Satranç'ı okuduğumdan beri ara ara Stefan Zweig'ın fotoğraflarına bakıyorum. Bunu yaparken bir blog yazısına rastladım. Charlotte ile birlikte olan fotoğraflarını çok sevdim. İkinci fotoğraf birlikte intihar etmelerinin ardından çekilmiş.
Bir Çöküşün Öyküsü
Madalya
Bezginlik
Amok Koşucusu
Ay Işığı Sokağı
Leporella
Leman Gölü Kıyısındaki Olay
"Versailles'da çevresini alan bütün insanların kendisi için önemsiz olduğunu, onları ne sevdiğini ne de onlardan nefret ettiğini, hepsinin tıpkı şurada, ormanın kenarında ellerinde iri, parlak oraklarla duran ve ara sıra, belli etmeden, meraklı gözlerini kendisine çeviren çiftçiler kadar önemsiz olduğunu şimdi fark ediyordu."
"Aklı bir karış havadaki kadınların hayatlarının her anında sahip oldukları o muhteşem unutkanlıkla, sürgünde bulunduğunu, eskiden Fransa'da hükümdar olduğunu, şimdi kelebeklerle ve parlak renkli çiçeklerle nasıl oynuyorsa bir zamanlar insanların yazgılarıyla da öyle oynamaya hakkı olduğunu unutuverdi; on, on beş yıl geriye gitti, Bayan Pleuneuf oldu, Cenevreli bir bankerin kızı, manastırın bahçesinde oyun oynayan, Paris'ten ve dünyadan habersiz, küçük, sıska, coşku dolu, on beş yaşında bir kız oldu."
"Düşsüz geçirilen kapkara bir gecenin ardından birden günün içine dalıveriyordu insan, tıpkı sıcak, bunaltıcı bir havada buz gibi suyun içine dalar gibi."
"Burada insan uyanınca, sanki günü kıyıdaki bir kayalığa fırlatılıyor, saatlerin sahilinde dimdik, kıpırtısız ve boş boş oturuluyordu. Canı kalkmak istemiyordu. Bir gün önceki eğlenceler çekiciliğini yitirmiş oluyordu, uçarı merakı hemencecik tatmin olan türdendi. Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu?"
"Kaba ve basitti, ama olsun, canlı ve hayat doluydu, çevresindeki her şey gibi ölü değildi. Ateşti o, Bayan de Prie de üşüyordu. Okşayışlara, kucaklamalara alışkın olan bedeni burada açık çekiyordu; bakışlarının ışıl ışıl parlaması için, Paris'teyken her gün yüz yüze olduğu, gençliğin o ateşli arzusunun yansısına ihtiyacı vardı. Delikanlının arkasından uzun uzun baktı; bir oyuncak olabilirdi o, sert tahtadandı elbette, hantal ve basitti, ama yine de oyalanabileceği bir oyuncaktı."
"Burada insan uyanınca, sanki günü kıyıdaki bir kayalığa fırlatılıyor, saatlerin sahilinde dimdik, kıpırtısız ve boş boş oturuluyordu. Canı kalkmak istemiyordu. Bir gün önceki eğlenceler çekiciliğini yitirmiş oluyordu, uçarı merakı hemencecik tatmin olan türdendi. Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu?"
"Kaba ve basitti, ama olsun, canlı ve hayat doluydu, çevresindeki her şey gibi ölü değildi. Ateşti o, Bayan de Prie de üşüyordu. Okşayışlara, kucaklamalara alışkın olan bedeni burada açık çekiyordu; bakışlarının ışıl ışıl parlaması için, Paris'teyken her gün yüz yüze olduğu, gençliğin o ateşli arzusunun yansısına ihtiyacı vardı. Delikanlının arkasından uzun uzun baktı; bir oyuncak olabilirdi o, sert tahtadandı elbette, hantal ve basitti, ama yine de oyalanabileceği bir oyuncaktı."
"Kadın gülümsedi, kederle gülümsedi; yine o eski aldanmacaydı bu, sevildiğini hayal ediyordu, ama kimi zaman mevki için yapıyorlardı bunu, kimi zaman kendini beğenmişlikten, kimi zaman da meslekte yükselmeyi arzuladıklarından. Yine de buna kapılıp kendini unutmak çok güzeldi. Hem burada kendisinden başka kandıracağı kimse yoktu ki.
Üç gün sonra çocuk onun aşığı olmuştu bile."
"Sayıca pek az olmayan, tümüyle başkalarından beslenen kadınlardandı. Kendisine hayranlığını gösteren birini görünce güzelleşiveriyordu, akıllı insanların yanında o da zeki oluyordu, pohpohlandığında tepeden bakıyordu, sevildiği zaman aşık oluyordu."
"İran'dan ve öteki İslam ülkelerinden Paris'e elçiler geleli beri, Doğu modası başlamıştı, Doğu'nun kitaplarına benzer kitaplar yazılıyor, masallarla destanlar anlatılıyor, Arap giysileri giyiliyor ve süslü püslü konuşma tarzına öykünülüyordu."
"Ülkesinde onu unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir."
"Siz tropiklerde yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyaz bir beyefendinin bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu bilmezsiniz."
"-Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum. Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk.
-Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz."
"Şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor. Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi.. sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi oluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor."
"Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını, dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya gidiyor, durmadan gülümsüyordu."
"İran'dan ve öteki İslam ülkelerinden Paris'e elçiler geleli beri, Doğu modası başlamıştı, Doğu'nun kitaplarına benzer kitaplar yazılıyor, masallarla destanlar anlatılıyor, Arap giysileri giyiliyor ve süslü püslü konuşma tarzına öykünülüyordu."
"Ülkesinde onu unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir."
"Siz tropiklerde yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyaz bir beyefendinin bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu bilmezsiniz."
"-Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum. Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk.
-Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz."
"Şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor. Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi.. sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi oluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor."
"Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını, dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya gidiyor, durmadan gülümsüyordu."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder