17 Ağustos 2012 Cuma

Savaş Pilotu- Antoine de Saint Exupery

Tek sebebim Küçük Prens dışında bir kitabını okuma isteği idi. Kitabı okuyalı bir yıldan fazla bir zaman olsa da aklımda kalan şeyler olması beni şaşırttı. Sanırım kitabı okurken yazarın gerçekten de işinin pilotluk ve savaş sırasında savaş pilotluğu olduğunu öğrenmem etkili oldu.
Çıktığı bir görevi gerçekleriyle, hayalleriyle anlatırken biraz da öğrenciliğini anımsamış. Savaş karşıtı diyebilir miyim diye düşünüyorum. Diyemem.


"Ne büyük hazla gömülüp gidiyorum güvenlik dolu çocukluğuma! Çok iyi biliyorum: Önce çocukluk, okul, arkadaşlar var, sonra sınav günü gelir çatar. Sonra diploma günü. İnsanın, heyecandan kalbi küt küt atarak bir eşiği aştığı gün var; bu eşiğin dibinde öğrencilik biter, adamlık başlar. O zaman, ayaklar yere daha bir sağlam basar. Bir yol seçilmiştir artık. Bu yoldaki ilk adımlar. Daha sonra, silahlar sahici düşmanlar üstünde denenecektir. Pergel, cetvel ve gönye, bir dünya kurmak ya da düşmanları yere sermek için kullanılacaktır. Oyun dönemi sona ermiştir!"

"Komutan’ın inceliği, Israel’i getiriyor aklıma. İki gün önce, haber merkezinin penceresine yaslanmış sigara içiyordum. Israel hızlı hızlı gidiyordu. Burnu kızarmıştı. Kıpkırmızı, tam bir Yahudi burnu. Birden dikkatimi çekti Israel’in kırmızı burnu.
Burnunu seyrettiğim bu çocuğu, Israel’i gönülden severdim. Bizim grubun en yiğit pilotlarındandı. En yiğit, e alçakgönüllü pilotlarından biri. Yahudi korkaklığını o kadar çok işitmişti ki, yiğitliğini bile korkaklık diye görüyordu sanırım. Oysa yenmek, ancak çekingenlere vergidir."


"Ve tabii akşam, Israel’in dönmesinden umudu kestiğimiz zaman, hiç mi hiç kıpırdamayan bir yüzün ortasında, adeta üstün bir yetenekle, düşüncelerin en derinini dile getiren o burnu hatırladım. Eğer Israel’e uçuş emrini ben vermiş olsaydım, o burun, uzun süre, bir vicdan azabı gibi içime çökerdi. Israel, emri aldığı zaman, “Evet komutanım. Başüstüne komutanım, Anlaşıldı komutanım”dan başka bir şey dememişti elbette. Israel’in yüzündeki kaslardan biri bile kıpırdamamıştı. Ama burun, insanı ele verircesine, döneklik edercesine, hafifçe kızarmıştı. Israel yüz çizgilerine dilediğini yaptırıyor, ama burnunun kızarmasına engel olamıyordu."


14 Ağustos 2012 Salı

Zemberekkuşu'nun Güncesi-Haruki Murakami

Murakami kitaplarını okumak çok keyifli, yalnız bitince o keyif yerine bir sinir dalgası geliyor. Eee, diyorum. Ne oldu şimdi? Bu soruya istediğim cevabı alamıyorum bir türlü. Yaşanan bütün o garip olayların biteceğini ve benim her şeyin sebebini anlayacağımı umarak okuduğum 738 sayfalık kitap sona erdiğinde yaşadığım bir mutsuzluk var, kesin, ama o sayfalar çok keyifli ilerliyor. Hakkını vermek lazım.

Henüz üç kitabını okudum ve kediler, koyunlar gibi ortak noktaların dışında bir de savaş var hep bahsettiği. Bundan bahsedişinde hiçbir öğreticilik yok, acındırma yok. Yine de savaşın izlerinin asla silinemediğini büyük bir ustalıkla anlatması beni şaşırtıyor.


Murakami ile ilgileniyorsanız bir de şu yazıya bakın derim.

"Duvardaki takvime bir göz attım. Küçük işaretler Ay'ın evrelerini belirtiyordu. Dolunay yaklaşıyordu. Anlaşıldı dedim, âdet görmesi yakın da ondan. 
Doğruyu söylemek gerekirse, Kumiko'yla evlendiğimden beri insan türüne dahil olmuş ve Güneş Sistemi'nin üçüncü gezegeninde yaşamaya başlamıştım denilebilir. Güneş'in çevresinde dönen ve Ay'ın çevresinde döndüğü Dünya'da yaşıyordum. Ben istesem de istemesem de bu, sonsuza dek -ya da en azından benim yaşamım ölçüsünde, bana sonsuz gibi gelecek bir süre- böyle sürüp gidecekti. Bunun bilincine, karımın âdet döneminin her yirmi dokuz günde bir, tıpkı ayın evreleri gibi, dönüp geldiğini görmekle varmıştım. Bu dönemi oldukça zahmetli geçiriyordu: başlamasından birkaç gün önce hep kaygılı, hatta zaman zaman aşırı sinirli oluyor, ortalığı kırıp geçiriyordu. Bu nedenle, dolaylı olarak benim için de önemli bir dönem sayılırdı bu. Ay'ın bu döneminde onu boşuna kaygılandırmamaya özen göstermeliydim. Evleninceye değin Ay'ın evrelerine hiç dikkat etmemiştim. Ara sıra, başımı kaldırıp gökyüzüne baktığım olurdu gerçi, ama Ay'ın biçimine hiç kafayı takmazdım, oysa ki evlendiğimden beri, onun hangi evrede bulunduğunu her zaman çok iyi bilir oldum. 
Kumiko'dan önce de kadınlarla ilişkim olmuştu ve kuşkusuz onların da az çok şiddetli kanamalı sancılı âdet dönemleri olur, kimi zaman da gecikir ve bana soğuk soğuk terler basmasına yol açardı. Bu dönemde çok huysuzlanan kızları da hiç oralı olmayanları da tanımıştım. Ama bu kızların hiçbiriyle tam anlamıyla yaşamamıştım ki."

"Koşullar, onun dünyasından daha geniş bir dünya konusunda görüş bildirmesini gerektirdiği zaman kocasının düşüncelerine güveniyordu. Eğer bu kadarla kalsaydı, kuşkusuz kimseye bir zararı dokunamazdı. Ama bir kusuru vardı -ki bu tür kadınlarda sık rastlanan bir kusurdu bu- inanılmaz derecede kendini beğenmişti. Kişisel değerler konusunda hiçbir kavrama sahip olmadığından, ancak genellikle yaygın önyargıları benimsemekle yaşamdaki yerini belirleyebiliyordu. Kafasında tek bir düşünce vardı: "Nasıl bir intiba bırakıyorum?" Hepsi bu kadardı işte. Bu yüzden, dar görüşlü, sinirli yaratılışta, sadece ve sadece oğlunun öğrenimiyle ve kocasının toplum içindeki yeriyle ilgilenen bir kadın olup çıkmıştı."

"Ama bir hafta sonra evleneceksin, kocan sana gerektiği gibi ve istediğin kadar sarılabilir. Hatta her akşam. Evlilik bunun için yaratılmıştır. Artık pillerin her zaman doldurulmuş olacak."

"Bir ağaç dalına konuyor ve dünyanın zembereğini kuruyor. O olmasa dünya işlemeyecek. Kimse bilmiyor bunu. Dünyadaki insanlar sanıyor ki dünya dev boyutlu, karmaşık, göz kamaştırıcı bir mekanizma sayesinde çalışıyor."


31 Temmuz 2012 Salı

Huzur- Ahmet Hamdi Tanpınar

Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden henüz burada bahsetmesem de zihnimin bir köşesinde hep duran romanlardan biri. Huzur ise ne zaman dışarıda olanlarla içimdekileri bir arada düşünsem aklıma gelen kitaplardan biri.
Dün akşam iftar ederken bir yandan oruç tutmadığı için dayak yiyenlerin haberlerini okuyor, bir yandan da Arakan'dan kaçan Müslümanların bir parça kuru ekmekle yaptıkları iftarın görüntülerini izliyordum. Kimin daha zalim, kimin daha mazlum olduğu tartışmaları dönüp dururken ayranımı içip haberleri seyre devam ederek ben ne yapıyordum acaba? Nerede duruyordum? 
İkinci Dünya Savaşı çıkmak üzereyken Nuran'ın aşkından deliren Mümtaz, İhsan'la arasındaki ilişki, tam bir pislik diyebileceğimiz Suat ve Nuran'a davranışı da bunları düşündükten sonra aklıma gelenlerden.
İyi çizilmiş karakterlerden, ince mesajlardan bahsetmeme, güzel, bunu okuyun dememe gerek var mı?



"Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz’ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hürriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu. Mümtaz, ömrünü ve hayatını ona hediye ettikçe, o tıpkı eski ve cömert Abbasi halifeleri gibi hepsini birden kabul ediyor, sonra yine ona iade ediyordu. “Benimdir, fakat sende kalsın…” Hâlbuki bu latif istiğnanın sahibi hiç bahsetmeden sözünü bile açmadan bütün ömrünü, günleri gibi Mümtaz’a vermişti. Fakat Mümtaz bu cömertliğin yanı başında, hiçbir kuvvetin, hatta aşkın bile zorlayamayacağı bir iç kalenin, bir istiklal fikrinin hiç olmazsa kendisine sadık kalma, kendi kendisini yalancı çıkarmama arzusunun bulunduğunu seziyordu."

"Sonra, eve döndüğünden beri akrabasına karşı olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: “Acaba hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?” dedi."

"Bir yığın adres almış, telefon etmişti. Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir."

"Evvela güvercinlere baktı. Sonra dayanamadı yem dağıttı. Bunu yaparken içinde bir taraf, çocukluğunda olduğu gibi Allah’tan bir şey istemesini söylüyordu. Fakat Mümtaz artık gündelik işlerin içindeki Tanrı düşüncesini karıştırmak istemiyordu. O, insanda yıpranmamış, sağlam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı."


"Mümtaz, kendisinin doğduğu senelerde semt hanımlarına olan aşkını bazen aynı mahalle mescidinin minaresinden bütün semte kurtarıcı davetin ayrılmaz bir parçası gibi bir günde beş defa ilan eden bu eski zaman hovardasına bayılıyordu. Tevfik Beyin çok efendice bir Epikürcülüğü vardı ki, yalnız, ağarmış bıyıklarını ellerinin tersiyle silerken, gözlerinde toplanan kısık bir haz ifadesinde kendini açıkça gösterirdi."

"Nuran’ın dayısı bir gün laf arasında ona, bizim çapkın diye tanıdığımız ve herhangi bir ömür muhasebesini yaparken yahut iflas etmiş bir hayalin tesiri altında kaçırdığımız eğlenmek fırsatları arkasından üzülürken kıskandığımız insanların çoğunun, “bir kadını layıkıyla sevmek fırsatına ermemiş yahut bu fırsatı kaçırmış insanlar olduğunu, onların peşinde koştukları bir keyfiyeti, bir ideali, aynı tecrübenin bir yığın tatsız tekrarıyla telafiye çalıştıklarını” hülasa kıskanılacak olanların Mümtaz gibi tek sevgiyle yaşayanlar olduğunu söylemişti."

"Tevfik Beye göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkânsızdı. Romancıların kabahati, hikâyelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde ihanete uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi."

"Genç kadın onun dostluğunda bütün imkânlarının açıldığı müstesna iklimi bulmuştu. Bu yüzden her hevesi, her hareketi, her düşüncesi, küçük dargınlıkları, naz ve şımarıklıkları, ufak tefek çolpalıkları bile etrafına bir yığın sır ve güzellik getiren, hayatın nizamını çok mesut buluşlarla değiştiren, sanat kadar mucizeli oyunlar haline gelmişti."

"Bu acayip şeyleri Nuran’a anlatamayacağı için mahzun oluyordu. Mümtaz, Nuran’ın garip şeyler müteahhidiydi. Genç kadının hiç sarsılmayan şüpheciliğini, düzgün düşüncesini, şuradan buradan topladığı acayip hikâyelerle karşı karşıya bırakmağa bayılırdı."

"Bazı eski medeniyetlerde ölenle eşyasının beraberce yanması veya gömülmesi ne güzel adetmiş. Fakat insan sade ölürken bırakmıyordu ki… İki ay evvel Mümtaz en beğendiği kol düğmelerini bir arkadaşına hediye etmişti. On beş gün evvel yeni ciltlettiği kitabı bir takside unutmuştu. Sade bunlar mıydı? Birkaç ay evvel sevdiği kadın yaşama iradesini tek başına kullanmak istemiş, ondan ayrılmıştı. İhsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündür zatürree onu yakalamış, yavaş yavaş bugün bulunduğu o dar geçide kadar sürüklemişti. Her an çok fena bir şey olabilirdi. Hayır, insan sadece ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu. “Biz mi gidiyoruz, onlar mı?” sual buydu…"

"Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz."

"Hakikaten bu kızda hoşuna giden bir taraf vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyve gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı."

"Fakat hangi İstanbullu bindiği vapurda kimlerin bulunup bulunmadığını merak etmez?"

"Fakat Nuran’ın tebessümü, başının üstüne bütün bir mevsim gibi toplanmış kumral saçları onu hayatın siyasetten, çekişmeden başka, onların çok üstünde, daha çok güzel ve daha iyiliğe götürücü ufukları olduğuna, saadetin bazen insana bir metre kadar yaklaşabileceğine, dünyanın zannedildiğinden çok iyi kurulduğuna inanıyordu."

"Bir gün Küllük’te büyük bir tarihçimizin insanları, “Esafil-i şark, Nizam-ı âlem, Şiş” diye üçe ayırdığını işitince bu tasnifi genişletmişlerdi. Yamyamlar, herhangi bir ideolojide, sağ veya sol, mutaassıp olanlardı. Katiller, birtakım meseleleri olan ve her gördüklerine onlardan bahsedenlerdi. Telaşlı katiller, bu meseleleri fazla enfüsileştiren, isyan hissiyle dolu olanlardı. Müntehirler ise bunları iki taraflı azap haline sokanlardı."

"Dostoyevski, içinde bulunduğumuz çıkmazı en iyi gören adamdır."

"Bu olgun, zarif, güzel kadında güneşin öz bahçesi imiş gibi baştan başa aydınlık ve füsun olan bir taraf vardı, o zamana kadar tanımadığı, kendisinde eksik sandığı bir taraf, sadece meşguldü, onun varlığı ile dolup boşalmağa hazırlanıyordu. Her düşünce serin bir uyanış durumunda değişiyor, uzviyetin derinliklerinden gelen küçük ve esrarlı dalgalar, unutulmuş hayat şarkılarını tekrarlıyordu."


"O da biliyordu ki, sevmek, mesut olmak, sevmeden evvel tanışmak, sevdikten sonra unutmak, hatta düşman olmak olağan şeylerdi. Fakat denizde yıkanmak da öyleydi; uyumak da öyleydi. Her şey, herkeste olduğu gibiydi. Tecrübenin yeni ve ilk olmaması onun ruhundaki şevki eksiltmiyordu. Kendisinde mademki ilk defa oluyordu, mademki ilk defa teni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tam bir terkip bir anlaşma içinde mesuttular. O halde yeniydi."

—Hakikaten hiçbir büyük işe hevesiniz yok mu?
—Büyük işe, hayır… Fakat bir işim olduğunu biliyorsunuz. Bunu yapıyorum, o kadar.
Büyükten korkuyordu. O tehlikeli bir şeydi çünkü çok defa hayatın dışına çıkmakla oluyordu. Yahut insan serbest düşünceyi kaybediyor, hadiselerin oyuncağı oluyordu.
—O zaman insan kendisinin veya hadiselerin ağında kayboluyor. Hakikatte bu konserde büyük küçük yoktur. Her şey ve herkes vardır. Tıpkı etrafımız gibi. Hangi dalgayı, hangi ışığı atabilirsiniz? Onlar kendiliğinden yanarlar, sönerler. Gelirler, giderler, tezgah durmadan işler. Fakat siz niçin saadeti aramıyorsunuz da büyük iş arıyorsunuz!

"O gün Nuran’da her şey Mümtaz’ı çıldırttı. Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekleyen gemi gibi hazırlanmış yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen, adeta birbiri peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu."

 
"Nuran, Emirgan’daki evi pek severdi. Yokuşu duymuyorum artık, O kadar alıştım. Bu, sana doğru gelmek olduğu için beni yormuyor. İlk defa Nuran’dan bunu işittiği zaman Mümtaz şaşırdı. Çünkü her şey üzerinde o kadar konuşan, kendisine ait her şeyi anlatan genç kadın, ona, aşklarına dair tek kelime söylememişti. Hatta mesut musun? sualini bile lüzumsuz bulmuştu. Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz’ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi."

"Kırk sekiz saatten beri hayatı alabildiğine büyüyor, alabildiğine genişliyordu. Daha kim bilir, neler, kimler girecekti. Bütün bunlar, hepsi bir kadını sevdiği, onun tarafından sevildiği içindi. Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak…"

"Kendimizi verdiğimiz düşüncenin arasında, hepimizin alışık olduğumuz bu seslerin, kendilerini göstermeden, adeta bir metinde lüzumsuz bir virgül, bir nokta gibi gelip geçişleri vardır. Sonra yavaş yavaş zihin sadece bekleyişten ibaret bir hayata başlayınca bu sesler günün merhalelerini işaret eden alametler olurlar, nihayet vakit gelip de Nuran gelmeyince daha evvelki tecrübelerin acı hatıralarına kalb olurlardı. Saat ona doğru yoğurtçunun sesi, sadece ev kadınlarına ilk kolaylığı bahşetmekten başka bir şey ifade etmezken, on ikiye doğru adeta düşüncesini Nuran'ın gelişi meselesine teksif etmeği genç adama hatırlatır, ikide aynı satıcı aynı sesle Nuran'ın gelmesi saatidir, diye haykırır,
üç, üç buçukta, "Bugün de geçen haftaki gibi olacak, gelmeyecek!" der, akşama doğru ilk karanlık arasından bağırdığı zaman ise bu sesin kıvrımlarında "Ben sana söylemedim mi?" gibi bir nevi itap başlardı.
Mümtaz için, Nuran’ı beyhude yere beklediği bu günlerde, saatler, ümitten ye’se doğruağır ağır çehresi değişen bir mahluktu. Sabahleyin ümidin beşuş çizgileriyle gülümser, öğleye doğru şüphe ile sevinç arasında üzülür ikindide."



"Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istememz sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir.  Bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de  bir seraptır. Uzaktan namütenahi bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış."

Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.
—Fakat ıstırabını görmüyorsunuz?
—Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben Türkiyeyim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kâinata, insana, her şeye oradan, onun arkasından bakmak isterim.
Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor, dışarıda ve içeride. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. O gece Dede Efendi bize nasıl yüklenmişti? Şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hatta onlar, ötekilerden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar.
—Hayır, sen yalnız Nuran’la meşguldün. Bu da gayet tabiiydi. Herkes için mukadder bir tecrübeden geçtin. Şimdi hayata açılacaksın! Hislerinin değil, düşüncenin adamı olman lazım! Suat sizin saadetiniz üzerinde ısrar ettiği için kendini yıktı. Hiçbir şeyi kendimize kader yapmağa hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki… Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış.

"Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok keskin neşterler halinde içimize sağladığı kıskançlık. Mümtaz’ın aylardır tanıdığı ve tattığı bir şeydi bu. Çoktan beri aşkın kadehi onda ikileşmişti. Birisinden çıldırtıcı ihsasların içkisini içerken, her dakikası bir duaya benzeyen saadetinin ortasında, birdenbire bir el avuçlarının ortasına ikincisini sıkıştırıyor; birdenbire en ihtişamlı sarhoşluktan, sefil acıların, küçük duyguların, zelil şüphelerin âlemine uyanıyordu."





17 Haziran 2012 Pazar

Hafız'ın Yolculuğu- Jan Potocki

Kitapların biri gidiyor,  biri geliyor aslında. Bakmayın burada onlardan çok bahsetmeyişime. 

Jan Potocki'nin diğer kitabını sevgilimden alarak ve onun tavsiyesi üzerine okumuştum. O zamandan beri bunu da okumam gerektiğini hatırlatıyordu. Okudum. Batılı yazarın doğu üzerine yazması her zaman biraz temkinli davranmama sebep olur. Gerçi tersi konusunda da aynı tavrı sergilerim ve bu kendimi biraz daha iyi hissetmeme sebep olur. Belki de iyi hissetmek için böyle yapıyorumdur, emin değilim. 
Jan Potocki'nin kullandığı dilin yalınlığı, hikâyelerin her cümlede beş mesaj vaat ederek bir de bunları gizlemeye çalışmaması benim ilgimi çekmesine sebep oldu. Hikâyelerin ana kahramanı diye bahsedebileceğimiz Hacı Bektaş'a dair ise abartılı bir övgü ya da yergiye rastlamayışım kitabı rahatlıkla okumamı sağladı. Siz de gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz bence.

Bilgin Ebu Hanife, Bahr-el Nur ya da Işıklar Okyanusu başlıklı yapıtının yetmişinci cildini yayımlamak üzere Bağdat'a doğru yola çıkmıştı, bu arada hala yapıtında bazı yanlışlar olduğunu üzülerek görüyordu.
Aynı kervanda yolculuk yapan derviş Bektaş ise kendini devenin salınımına bırakmış şarkılar söylüyor, yolculuğunu bundan böyle sürdürmemesini sağlayacak eliaçık Müslümanlara rastlayıp rastlamayacağını aklının ucuna bile getirmiyordu. Kervansaraya vardıklarında Bektaş yatıp uyudu, oysa, o gün edindiği izlenimlerin uçup gitmesini istemeyen Ebu Hanife, gecenin bir bölümünü bunları kaleme almakla geçirdi.
Güneşin ilk ışıklarıyla uyanan Bektaş, şarkısını akşam bıraktığı  yerden sürdürmeye başladı. Ebu Hanife de uyandı, müthiş bir baş ağrısından yakındı  ve ardında bir ad bırakma çabasının ona büyük eziyetlere mâl olduğunu söyledi.
"Dostum" dedi bunun üzerine Bektaş; "buradan gelip geçmiş tüm yolcuların kervansarayın duvarlarına kazıdığı şu adlara bir bak. Zaman bu adların hepsini neredeyse silmiş, başka yolcular da artık okunmaz hâle gelmiş adların üzerine kendi adlarını kazımışlar.  Bazıları yerlerini uzun süre onurla korumuş, ne var ki, kötü şaka yapmaktan hoşlanan kişiler, bu adların sövgü dolu sıfatlar eklemişler. Gel gör ki, adını bir yerlere kazıma geleneği sürüp gitmekte; hatta ben bile bir defasında çok rahat uyku çektiğim bir meydanın bir yerine Bektaş adını kazıdım, ama ey bilginler bilgini Ebu Hanife, burada yalnız bir gece kalacak olan kendini bilmez bir yolcunun, bu tek geceyi adını mermere ya da granite kazımakla geçirmeye kalkmasına ne buyurursun?


"Saygıdeğer efendim" diye cevapladı Bektaş, "gittiğiniz her yerde, iyilikten çok kötülükle karşılaşacaksınız, ama nerede olursa olsun, kötülüğün içine biraz da olsa iyiliğin karıştığını göreceksiniz, bu kadarı da, bana göre, bilge kişinin yaşamın kötülükleri karşısında avunmasına yetmeli."

"Size Bahreyn'in başkentine kadar eşlik etmeye karar verdim. O eyalet, Kamatların boynuna geçirmek istediği utanç verici boyunduruğu silkeledi; böyle bir başkaldırının o insanlarda uyandırmış olması gereken sevinci paylaşmaktan bizim de çok büyük zevk alacağımızı düşünüyorum. "

"Efendim" diye cevap verdi Bektaş; "ben hiç de sizin gibi düşünmüyorum.

29 Nisan 2012 Pazar

İçimizdeki Şeytan- Sabahattin Ali

Canımın Sabahattin Ali okumayı çektiği günlerden birinde taslaklarda görünce bunu hemen bahsetmeliyim diye düşündüm. Sabahattin Ali, bence bu kitapta Kürk Mantolu Madonna'dan daha iyi iş çıkarmış. İyi temellendirilmiş karakterleri, gerçekçiliği, iyilikle kötülüğün, her türlü hissin iç içe geçmişliği ile çok başarılı. Aslında şöyle söylemeliyim: Beni oldukça etkiledi.
Edebî açıdan zevk vermesinin yanı sıra yaptığı eleştirilerle de iyi noktalara parmak bastığını düşünüyorum. Onun eleştirilmesine sebep de bu olmuş kitaptan sonra. Nihal Atsız, Peyami Safa ve Necip Fazıl Kısakürek'i eleştirdiği düşüncesiyle hakkında bazı şeyler yazılmış. Kitap eleştirisi ile sınırlı kalanlar olmasında bir sakınca olmayanlar. Fakat Nihal Atsız gibi gözü dönenlerin yazılarını okumak daha ilginç. Kitabı eleştirdiği kısımlarda bile aynı kitabı okumadığımızı düşündürdü bana. Mesela, Macide'nin yaşadıklarını, hissettiklerini bir kenara bırakıp Ömer'le birlikte olmasını, daha sonra Ömer'in içinde bulunduğu durumun etkisiyle kendini Bedri ile güvende hissetmesini "hafif kadın" olmak gibi görmesi; Sabahattin Ali'nin kendisinde bulunan, ya da bulunmasını istediği vasıfları, düşüncelerini, romanın kahramanı Ömer ile dile getirmesini sert bir dille eleştirmesi mantıksızlığının küçük bir kısmı olsa gerek aslında. Nihal Atsız'ın yazdıklarına buradan bakabilirsiniz. Ben yine de bir kısmını kopyalamak istiyorum üşenenler için.

"Sabahattin Ali bu memlekette ırkçı,Turancı ve Anadolucu olan milliyetperverleri hep satılmış insanlar olmakla itham etmek istiyor ve romanını yazarken de bugün aramızda yaşayan bazı kimseleri, tabii biraz değiştirerek, romanına sokup onları küçültmek istiyor. Böylelikle de kendisini küçük gören insanlardan gizili bir öç almak diliyor. Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum."

"Fakat Sabahattin Ali bu romanı ile şunu veya bunu değil; milliyetçiliği, ırkçılığı, Türkçülüğü baltalamak istemiş, bu romana hem kendisini, hem de tanıdığı, selamlaştığı insanlardan bazı milliyetperverleri sokarak tahte’ş-şuurundaki bir kinin öcünü almak istemiştir. Bu kin, Kirye Sabahattinaki’yi kendi ırkının yurdundan ve devletinden mahrum eden Türk ırkına karşı duyduğu kindir"

"Fakat bizim Sabahattin Ali romandaki Ömer’i bütün ahlaksızlığına , salaklığına rağmen “dudakları çok güzel bir erkek “ olarak gösteriyor."

"Bu kitapta çingeneler bile ülküleştirilirken (nedense Sabahattin çingeneleri pek sever) Türkler, yani kanı Türk olan bizler, yani bu vatanın kurucuları, sahipleri ve müdafileri olan insanlar hep kötü olarak gösterilir."

"Kirye Sabahattinaki!.. Yahut fikirlerine ve irfanına göre Yoldaş Sabahattin Aliyef!.. Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve marksın fikri veledi!.. Türk olmamanın, yüksek tahsilli olmamanın verdiği kıskançlıkla yanıp kavrularak kendinden üstün gördüğün herkese saldırıyor ve yetişemediğin her salkıma tilki gibi “olmamış” diyip geçiyorsun. Senin tahte’ş-şuurundaki bütün kinler pek iyi anlaşılıyor. Türk olmadığını bildiğin halde Türk yaşamağa mecbur olmanın verdiği ruhi kargaşalık içindesin. Sen de her Türk olmamanın, tahsili yarıda kalmış her muhteris insanın yaptığı gibi hırsını doyuracak tek yola sapıyorsun. Bu yol, Türklüğün kutlu nesi varsa hepsini inkar ederek, hepsine söverek kendini aldatmayı temin eden komünistlik yoludur. Romanında insanlar arasındaki karanlık münasebetlerden ne diye bahsediyorsun? Sen o karanlık münasebetlerin şahıslanmış örneğisin."

Nihal Atsız'dan gereğinden fazla bahsetmiş oldum. Bunlar da İçimizdeki Şeytan'dan:

"Hayat beni sıkıyor, dedi. Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar… Hele kızlar… Hepsi beni sıkıyor. Hem de kusturacak kadar. 
Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti.
Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı." 

"Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşined, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak koşarlar. Aklını başına toplayıp bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapmazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi."

"Şeytan nereye çağırırsa oraya. Bu dünyada başka türlü olmak neye yarar?"

"Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu. İçimizdeki şeytan yok. İçimizde acz var, tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var."


Huzur Defteri-Fatih Çıtlak

Karagümrük Cerrahi Âsitanesi'ni ziyaret etmeye karar verdim bu kitabı okuduktan sonra. Ziyareti başka zamana ertelesem de taslaklardan ilk bu çıkmalı diye düşündüm. Fatih Çıtlak, Safer Dal'ın sohbetlerinde tuttuğu notları kitap haline getirmiş. Büyük bir kısmı anılardan, aktarılanlardan oluşuyor, fakat yine de edebî eser gözüyle değerlendirmemek lâzım diye düşünüyorum.
Kitaptan çok fazla alıntı yapmaya gerek duymadım. Böyle şeylerle ilgileniyorsanız okuyun bence.

"Hazret-i Âdem'den günümüzee gelinceye kadar inşâallah ve kıyamet gününe kadar yüzlerce velî, şeyh, pîr ve mürşid gelmiştir ve gelecektir. Muhakkak ki kendi aralarında fazilet olarak birbirlerine üstünlükleri vardır. Lâkin tâlip olana bu meslek yani sırat-ı müstakim üzere tevhid-i tedrisatı aynı şekilde devam etmektedir ve edecektir. Bazı bu sahayı bilmeyen kişilerin çocuk gibi kavga etmeleri "Senin yolun benimkinden küçüktür, benim şeyhim seninkinden büyüktür." gibi laf etmeleri aslında kendi şeyhlerinden feyiz alamadıklarının ve yolun hakkını vermeme gafletinin bir emaresidir. Kendi nakıslıklarını, mensup olduklarını zannettikleri yolun övülmesiyle bertaraf edeceklerini zannederler ve yol büyüklerinin asla istemedikleri bir ruh haline bürünürler. Fahreddin Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi şaşı olmamak lazımdır. Hak yoluna hak ve hakikatle davet eden herkes başımızın tacı kabul edilmelidir. Lâkin insanların farklı farklı mizaçları vardır. Bu farklı mizaçlar kendilerine uygun meşreplerden feyz alırlar. Tasavvuf mektepleri olan tariklerin çok olması insan mizaçlarının da çok olmasındandır."

"Malum, makam-ı kutbiyyeti ikiye ayırırlar: kutb-ı irşad ve kutb-ı medar. Kutb-ı irşad; manevi meseleler üzerinde âlemin kutbu olan zâta denir. Kutb-ı medar ise kevni hadiseler üzerine makam-ı kutbiyyette olan zattır. Bu iki kutbun tâbi olduğu imama ise gavs denir. Üçler diye bilinen bu zatlara yardımcı olarak yediler, kırklar ilave olur ki bu zâtlar manevi hükümetin mutasarrıfları addedilir. İki kutbiyyet makamını yani kutb-ı irşad ve kutb-ı medar makamlarını tek başına bir zât ikame ederse ona da gavs-ı azam derler."

28 Şubat 2012 Salı

Eve Düşen Yıldırım- Nahid Sırrı Örik

Bu kadar ara verdikten sonra manidar bir zamanlama ile karşınızdayım. Bir e-posta ile düştüğüm gaflet çukurundan çıktım. Buradaki taslaklar, bilgisayarımda yazılmış alıntılar, notlar, hep benim okula döneceğime dair planlara göre hazırlanmıştı. Bu kez kararlıydım, çalışkan bir öğrenci olacaktım, ama düzenli olarak okumaya ve kitaplardan bahsetmeye devam edecektim. Bu beni mutlu edeceği için yapacaktım. Okula dönemeyince bütün bunlara gerek olmadığını düşündüm sanırım. Mutlu olmaya, planladığım diğer şeyleri yapmaya, taslaklarıma göz atmaya.
O sırada çok yoğun işler imdadıma yetişti. Yaptığım iş sebebiyle yoğunlukla gelen duygusallık iş dışında da vaktimi almaya başladı. Kitaplara başlıyor, bırakıyordum. Elimde  yarısını, çeyreğini okuduğum bir sürü kitap vardı. Bir e-posta ile bunlardan sıyrıldım, ama teknik imkansızlıklar sebebiyle ancak yazabiliyorum.

Manidar bir zamanlama olması da bahsedeceğim kitapla ilgili. Nahid Sırrı Örik'le bir buçuk yıl önce tanıştım. Bir arkadaşımın kitaplığında ne kadar kitabı varsa topladım. Kıskanmak'ı bulamamıştı, onu hâlâ okumadım. Bunca zaman Nahid Sırrı'yı çok etkilensem de kendime saklayışımın sebebi bütün kitaplarını bitirip bir Nahid Sırrı haritası çıkarma isteğimdi. Onunla ilgili yazdıklarımı bir yerlere gönderme planları bile yapıyordum. Herkese Nahid Sırrı Örik'ten bahsetmeliydim. Olmadı. Sanırım artık hiçbir şeyi çok istemiyorum. İstesem de yapamayacağımı düşünüyorum. O zaman herhangi bir kitabıyla başlayayım diye düşünürken televizyonda başlayacak bir dizinin reklamına denk geldim. Evet, bunu da dizi yapıyorlar. Küçük Hanımefendi ile ilgili yazıdan sonra insanların senaryodan parçaları gelip aramaları üzerine bununla ilgili bir yazı iyi olur diye düşündüm. Ne kadar kötü yapacaklar görelim.

Sonunu merak edip gelenler olacak. Ondan bahsetmemek en iyisi sanırım. Şimdilik ne kadar sevdiğimi söyleyeyeyim, yeter. Son alıntı, Eve Düşen Yıldırım ile birlikte kitaplaşan masal/hikayeden. Kitapla ve Nahid Sırrı Örik ile ilgili buradan sonra yazılanlar Kayahan Özgül'e ait. Devam etmek zorun kalayım diye yazıyı şimdi gönderiyorum, eklemeler sonra gelecek. Nahid Sırrı Örik ile ilgili benim yazacaklarım ise daha sonraki yazılarda bu blogda olacak.


Eve DüşenYıldırım, okduğu hikayede girift ve heyecanlı olaylar arayan okuyucu için hiç çekici değildir. Nahid Sırrı’nın o kendine has incelikler taşıyan anlatımıyle çizdiği figürler ve özel dikkat gerektiren teferruatlarla bezeli, ağır gelişen olay örgüsü de devrin genel okur tipine sıcak gelmez.

Nahid Sırrı’nın bahtsız bir yazar oluşundan bunca söz edilişi tesadüf değil. Bu bahtsızlığın büyük bir kısmı da eser neşrinde daha doğru neşredemeyişinde görülür. Nahid Sırrı’nın adı ilan edilip basılamayan eserlerinin sayısı bile on beşi bulur.

İmaların, mimiklerin, söylenmeyenlerin söylediklerinden, teferruattan hoşlananlara Nahid Sırrı’nın eserlerinin vereceği çok şeyler var.

Gerçi Namık çapkın bir adam değildi, ciddi ve vicdanlı bir erkekti. Fakat her gün göreceği çok güzel bir kızın cazibesi karşısında metanetini muhafaza etse bile, kızı için için sevmeyeceği, hiç olmazsa ikisi arasında bir mukayese yapa yapa karısından soğumayacağı ne malumdu? Sonra da, ilk önce galiba on yedisinde babasının evinden kaçan, hayatı her türlü serserilikle geçen ve ahir ömründe hastane köşelerinde can vermeye hazırlanan bu Hüsnü Efendi kimbilir nerede, ne çeşit bir kadınla evlenmiş, kızını nasıl terbiye etmiş, kimbilir hangi muhitlerde büyütüp yetiştirmişti? Bu genç kız babasının iddia ettiği kadar güzel olmasa bile, kimbilir kaç çeşit bir şeydi?

Gittikçe suyu çekilen dere kendilerine bir mırıltı bile göndermiyor, ağaçlarda yaprak kımıldamıyordu. Önlerinden geçen yol da bomboştu. Eşeğine binmiş Ankara’ya giden veya Ankara’dan dönen tek köylü geçmiyordu. Mutlak sessizliği ihlal eden yegâne şey, yaz şarkısını terennüm eden böceklerin vızıltıları idi.

Kim bilir, belki bu seslerde teselliye muhtaç bir şey de mevcuttu. Çünkü insan kalbinde çok gizli, çok kirli, çok korkunç köşeler bulunur.

Sokaktan dalgın geçerken ses duyup duran ve artık bir türlü uzaklaşamayan güzel delikanlı Hindistan diyarındaki tüccarlardan en zenginlerinden birinin biricik oğlu idi. Bu tüccar, efsanevi zenginliğiyle meşhur-ı âlemdi ve gerek kendisi gerek zevcesi, evlatlarının mürüvvetini senelerden beri görmek isteyerek, ona sayısız cariyeler hediye etmişlerdi. Bu cariyelerin hepsi birbirinden güzeldiler ve içlerinde koyu karanfil dudaklı, gece gözlü Hint kızları, zambak tenli ve altın saçlı Gürcü kızları, çok iti menekşe gözlü ve kendilerini sun’i bir mahlûk zannettirecek kadar ince belli Çerkes kızları vardı. Lakin her nedense genç adam içlerinden hiçbirini beğenmemişti ve babası nesli inkıraz bulursa servetinin kimlere kalacağı düşüncesiyle her gün onu tazyıka başlamıştı. İşte bunun üzerine, delikanlı ancak gönlünün seveceğiyle izdivaç edebileceğini kat’i bir lisanla söylemiş, gönlünün seveceğine tesadüf etmek için de tebdil-i kıyafetle ve lalasıyla beraber dünyayı dolaşmağa çıkmıştı. İran’la Irak’tan hemen hiçbir yerde durmadan geçti. Zaten babası Türk’tü ve Hindistan’a Anadolu’dan hicret etmiş ve aslını hiç unutmayarak oğlunu Türk terbiyesiyle büyütmüştü. İsmi Oğuz olan delikanlının gözleri Hint gençleri gibi siyah ve sıcak, lakin teni Hindistan’ın bilmediği kadar beyaz ve berraktı.