27 Şubat 2010 Cumartesi

How to Read the Bible I

Marc Brettler yazmış ben de üşenmedim iki tane aldım aynı kitaptan. Sonra baktım ki çok güzel şeyler var ben beklesem bitirmeye yazamam şimdi ilk parçasını yazayım.

Marc hocam Marta adını verdiği birinden bahsediyor. Diyelim ki diyor Marta İngilizce konusunda uzman. Öyle böyle değil maşallah biliyor her şeyi dilbilgisi açısından. Marta bir gün evime gelse ve görse benim Japonca'dan çeviri bir şiir okuduğumu. Bu şiirin de adı "Metro" olsa. Dese ki şiirde "Everyday I step into a coffin / with strangers." Ben New York'ta büyümüş ve metroda nefes alamadığım vakitlerde dahi bulunmuş biri olarak bu satırları okuyunca bir iç geçiririm. Oysa Marta hiç metroya binmedi ve henüz şiirle de karşılaşmadı.

Sonra Marta ile ilgili iki örnek daha veriyor ama hayli Amerikan örnekler onlar. Hasılı diyor ki siz bu kitabı (Bible) okuyacaksanız onu ilk hitap etme kaygısı yaşadığı insanlar gibi okumaya çalışın. Sadece evet kelimeleri anlıyorum diye düşünmeniz yetmez. Sembolizmi bileceksiniz, o kültürü tanıyacaksınız, terimleri bileceksiniz...

Heh işte bu Marta bana başka bir kitabı okurken de arkadaşım okudum anladım ben işte diye ahkam kesenleri anımsattı. Ondan sevdim sanırım. Bir gazla yazayım dedim sonra örnekleri nasıl açıklayacağımı bilemedim. Bu kadar örnek yetmiştir bence. "How to read Bible" cümlesindeki kelimeleri istediğiniz gibi değiştirerek düşünebilirsiniz bu örnek üzerine.

17 Şubat 2010 Çarşamba

Hasidism and Modern Man- Martin Buber

Martin Buber yazmış, Maurice Friedman çevirmiş bu kitabı. Arkadaşımın felsefe kitapları arasında gördüm onu birden. Bir yığın kitabın arasında da olsa, hepsinin cildi aynı da olsa onu seçmem zor olmadı. Sonra orada kaldığım günlerin sabahlarında uyanıp hemen onu açtım.

Hasidizm ne diye merak ederseniz Türkçe olarak pek bir şey yok, ama buradan İngilizce olarak okuyabilirsiniz.
Yazarımız, her yazar gibi bize önce nasıl Hasidî olduğunu anlatıyor. Çok tanıdık bir hikaye. Büyükbabasının yanında iken 14-15 yaşına kadar Mishna elinde büyüyor. Derken büyükbabanın yanından ayrılmak ve ergenlik döneminde olmak gibi etkilerle değişiyor. Sadece Hasidi olmakla değil Yahudi olmakla ilgili soruları da probleme dönüşüyor. Derken bir gün bir kitap okuyor ve hayatı değişiyor.

Kitap, yazarın yaptığı açıklamalar kadar anlattığı hikayeler ve aktardığı düşüncelerle çok kolay ve keyifli ilerledi. 

Aşağıdaki alıntılarda size tanıdık gelecek çok şey olacaktır eminim. Birini uzun uzun yazmak yerine Türkçe özetlemek istiyorum: Rabbi Bunam Rabbi Eizik'in hikayesini anlatmış. Eizik çok fakir fakat inançlı bir adammış.  Rüyasında biri ona diyor ki Prag'da kralın sarayına giden köprünün altında bir hazine var git onu bul. Bunu üç kez görünce rüyasında kalkıp gidiyor, ama bakıyor ki saray çok iyi korunuyor. Gardiyan gelip soruyor sonra hayır hemşehrim ne bakıp duruyorsun diye. O da rüyasını anlatıyor. Gardiyan gülüyor gülüyor gülüyor. Ooo diyor, rüyalara inanılsaydı öyle benim de gidip Rabbi Eizik'in (son of Yevelin) evinin altındaki hazinenin peşine düşmem gerekirdi. Rabbi Eizik çok dini bütün bir insan olarak hiç sesini çıkarmıyor hemen evine geri dönüp altındaki hazineyi çıkarıyor ve bir "House of Prayer" yaptırıyor babası adına.

"How about forgetting yourself and thinking others."

"Sweet suffering I receive you in love."

"Only his own way and not in any other can the one who strives perfect himself."

"God never does the same thing twice."

"Uniqueness is thus the essential good of men that is given to him to unfold."

"If it should happen to you that you see a sin or hear of one, seek your share in this sin and strive to set yourself to rights."

"The prescription for acquiring the love of God is love for Israel. He who truly has love for Israel can easily come in addition to love God."

13 Şubat 2010 Cumartesi

Gölgesizler

İlk okuduğumda Hasan Ali Toptaş'ın kitabını bir başkasının kitabı idi ve sadece iki saat kadar bir süre için bende bulunuyordu. O kadar hızlı okudum ki bitince "Bir köy vardı galiba, berber vardı, deli vardı." dedim.

Şimdi tekrar ve cümlelerin tadına varacak bir yavaşlıkta okuyunca ne olduğunu anladım ve çok mutlu oldum. Müthiş özet verme yeteneğimi kullanarak diyorum ki şimdi: Bir köy var, berber var, muhtar var, Cennet'in oğlu var, Güvercin var. Sonra kaybolanlar var. Geri gelenler var, gelmeyenler var. Aslında hiç gitmeyenler var. Olmayanlar var. Var olmayanlar var.

Böyle yapıyorum ki kitabı okuyun. Bence okunması pek zevkli bir kitaptı. Ben filmini seyretmek istiyorum derseniz bir şey diyemem seyretmedim. Burada neler olduğuna dair bir fikir edinebilirsiniz belki benim özetimi beğenmediyseniz.

Konuya dair anlatmadan geçemeyeceğim bir şey var. Konuya dair oluşunu ise okursanız anlarsınız efendim. Ben sanırım lise çağlarında iken rahmetli anneannem köyde bir hikâye anlatmıştı bize. Fatma diye bir kız varmış. Fatma (bizim yaptığımız gibi) dere kenarına değirmen başına gidermiş tek başına. Bir gün yakındaki ormandan bir ayı gelmiş oraya. Ayı Fatma'yı kaçırmış. Evlenmişler. (Ayı da olsa bu müesseseye saygılı tabi, gayr-i meşru hiçbir şey yok) Çocukları da olmuş. Bir gün Fatma ekmek hamuru yoğururken demiş ki nedir bu, nasıl bir hayat yaşıyorum ben, kocam bir ayı! Bırakmış hamuru ekmek teknesinde çıkmış gitmiş anasının evine. Ayı bir gelmiş ki ekmek hamuru var teknede, çocuklar ağlıyor , Fatma yok. Kalkmış Fatma'nın anasının evine gitmiş. Vurmuş kapıya demiş ki "Fatma Fatma! Ekmek teknede, çocuk beşikte, sen neredesin sen nerede?"