18 Aralık 2010 Cumartesi

Üzümünü Ye Bağını Sor-Nuriye Akman

Kitap 1997 yılına ait. İçindeki röportajlar ise 1995-1997 yılları arasında yapılmış. Röportajlar dışında bir de "Ben Üzümü Nasıl Yerim" başlığı ile Nuriye Akman, röportajların ve röportaj yaptığı insanların onda bıraktığı tad ve izlenimlerinden bahsetmiş.

Şevket Kazan-Çok acı bir tad.
(Ölüm oruçları ile ilgili sorulara sinirlenen Şevket Kazan röportajı bırakıp gidiyor. Nuriye Akman da ona soramadığı soruları yazmış.)
Şefika Kutluer- Çok derin. Tadın derini nasıl olursa öyle.
Ahmet Bican Ercilasun- Çok ekşi. Dimağım kamaştı.
(Buraya bakabilirsiniz.)
Erdem Yücel- Öfkenin tadı neyse o. Ama baldan acı bir öfke bu.
Atıf Yılmaz- Yıllanmış şarap tadı.
"Vahi Öz'e bir ceza vermek istiyorsunuz, bulduğunuz yöntem de ekibinizden birinin onun karısı Jale ile yatması. Bunun için de kibrit kurası çekiyorsunuz, Yılmaz Güney'e düşüyor bu görev. Şimdi bu nasıl bir dostlıuk, nasıl bir kadın ve dünya anlayışı, nasıl bir yabancılaşmadır?
-Çok haklısınız aslında bunu yazmamam lazımdı.
Yok iyi oldu yazdığınız. Aydın eğlencesi böyle mi oluyor?
...
107 film çektiniz. Kaçı işe yarar?
-30'u belki, bilmiyorum
...
Size başka ne sorulmasını isterdiniz?
-Sizin soracağınız hiçbir soru. (Kahkahalar)"

Yekta Güngör Özden- Sirke mayhoşluğu.
İsmet Özel- Şekeri hüznünden. Hüznü şiirini yüklenmemden.
Suna Kan- Buruk. Üzüm değil de koruk tadı.
Peki 50 yıldır bu müziğin içindesiniz. Artık bir Fransız'ın bir Alman'ın sizin Türkiye'ye aidiyetinizle ilgili ne söylemesini istersiniz?
-Bana Atatürk Türkiye'sinin çağdaş Türk kadını deseler yeter. Ben Türk olmaktan hakikaten çok mutluyum


Azmi Karamahmutoğlu- Duman tadı. Boğucu.
"Çok dayak yediniz mi?
........
Ayıp mı dayak yemek?
-Çok kavga ettiniz mi diye sorun o soruyu.
Bunda gurur meselesi yapacak ne var?
-Yani ben kavga esnasında üstün çıkmışım, karşı taraf dayak yemişse, bu yüzden hayatı boyunca kahrolacaksa kimseyle kavga etmek istemem.
...
Başbuğunuzun hatalarını görebilir misiniz?
-Liderimin yanlışı benim doğrumdan daha ileridedir. Hadise budur.
İyi bir ideolojiye bağlanmamışım!
-Bakın, biz Türk Milleti'nin sahip olduğu bütün değerleri sahipleniyoruz. Bunun içinde İslam da var. Hadis-i Şerif'te diyor ki "Doğruda birlik güzeldir, yanlışta da birlik güzeldir."
...
Yani Çatlı bu olaya karışmışsa mutlaka bir bildiği mi vardı?
-Haklılığı diye sorun onu isterseniz.
Katliamın haklılığı mı olur?
-Bir hücre evinde beni imhaya yönelik planlar yapılıyorsa, ben kendimin imha edilmesini beklemeden gider oraya müdahale ederim.
Sonra gidip teslim olur musunuz?
-O niye? Herhangi bir şeyi yapmak suç değildir, yakalanmak suçtur."

Ahmet Altan- Sade kahve lezzeti. Acı ama yakmayan bir tad. Keyifli.
Orhan Taşanlar-Kebap tadı.
Attila İlhan- Egzotik meyve tadı.
Turgut Yılmaz- Baharatlı.
Türkan Şoray- Genze kaçan parfüm tadı.
Ergun Aybars- Sivri biber acısı.
Ayfer Yılmaz, İmren Aykut, Işılay Saygın- Kokulu sabun tadı. Siz hiç sabun yediniz mi? köpüğü kahveninkine hiç benzemez.
Atilla Taçoy- Bulanık su tadı.
Apo- Çürük meyve tadı.
"Kendinizi hiç terörist olarak düşünmediniz mi yani?
-Tam tersine İsa tavrına çok yakın hissediyorum kendimi. Terörist değil de, İsa'nın barışçılığına daha yakınım.
...
Eşinizden ayrıldıktan sonra özel bir insan oldu mu?
-(Gülüyor) Çok derin bir kadın arayışına yöneliyorum. Karşınızdaki erkek kesinlikle piyasada eşi menendi olmayan erkektir.
Siz mi?
-Evet. Çok aykırı, sanıldığından farklı bir yaklaşımın sahibi, evlilik, aşk, cinsel ahlak anlayışında kendisini oldukça derinleştirmiş bir erkek.
Bu çerçeveye cevap verecek kadın yoldaşınız var mı?
-Olsaydı çok memnun olurdum. Yaratmaya çalışıyorum.
...
Ama yine de kendinizle ilgili bir ipucu vermek istemiyorsunuz.
-Veremem. Kendimi kadın gericiliğinden korumak istiyorum. İşte geleneksel evlilik, aşk filan, cinsel pozisyonlardan. Bu demek değil ki bunlardan uzağım, ama çok ürküyorum da. Adeta bir rahibe benzer bir düzen var.
Şu anda bir rahip gibi mi yaşıyorsunuz?
-Ne o ne bir Don Juan. Fakat zaman zaman ikisinin de sınırlarınız zorluyorum.
...
Hep elinizde silah olmadığını söylüyorsunuz. Başkalarının eliyle bile olsa dökülen kanların vicdan azabından böyle mi kurtuluyorsunuz?
-Vicdan azabından şöyle kurtuluyorum. Çok aşağılık, çok hakarete uğramış yaşamdan da beter durumlar var. Böyle yaşayacağına böyle ölseler daha iyidir. Bu beni biraz rahatlatıyor.
Bir insan için böyle yaşayacağına böyle ölsün demek çok fazla bir hak değil mi?
- Çok büyük bir karar tabii farkındayım.
...
Böyle bir zulüm sizde ruhsal bozukluk yaratmadı mı?
-Çocuk ilgilerim, hayallerim vardı. Ona ihanet etmemek için...
...
-Nüfus artarsa dünya insanlarla dolarsa dehşet derecesinde ürküyorum. Çok çirkin insanlar, çok çirkin davranışlar var her tarafta. Bunu dehşetle karşılıyorum. Kendi kişiliklerine epey hakaret etmiş insanlar var. Bunlar umudumu karartıyor. Yaşam şevkimi kırıyor. Gerçekten yeşilleşmeyi seviyorum. Her insanın çok temiz bir çevrede, az sayıda nüfusla yaşamasını istiyorum. Biraz da bu tekniğin gerilemesini istiyorum. Tekniğin canavarlaşması olarak değerlendiriyorum. Bazıları belki "bu ortaçağ gericisidir" der. Ama eskiden beri özlemimdir. Bu teknik canavardır. İleride bu canavara karşı devrim biraz gelişecektir. Bir yerde dur denmesi gerekir. Kanser daha az tehlikeli."

Tuğrul Türkeş- Pelte tadı.
Seval Türkeş- Deniz suyu tadı.
"Siz Türk ırkının en üstün ırk olduğuna inanır mısınız?
-Türk ırkının asil bir ırk olduğuna inanıyorum. Tabii asalet bir üstünlüktür. Türk ırkı asil ve üstün vasıflı insanların olduğu bir ırktır. Tabii her milletin kendine mahsus üstün vasıfları vardır.
...
Siz bir ülkücünün entelektüel düzeyini ölçmek için ne sorarsınız ona?
-Ben onun yaşayısıyla, yaptıklarıyla ülkücü mü değil mi diye bakarım. Söylemek başka yapmak başkadır. Benim için bir insanın yaptıkları esastır. Bildikleri de önemlidir tabii.
Siz neler okudunuz kendinizi yetiştirirken?
-Dönem dönem çeşitli eserler okudum.
Osman Turan'ın Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi'ni?
-Okudum.
Fuat Köprülü'nün Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri'ni?
-Onu okumadım. Erol Güngör de var. Bunlar o dönem ülkücülerin okuduğu yazarlar bir de Peyami Safa. Türkeş Bey'in eğitimci olması dolayısıyla MHP'de aynı zamanda ülkücü kesimin okuyacağı kitaplar da satılırdı. Oradan temin ederdik, kitapçılardan da alırdık.
Sizi en çok etkileyen yazar kim?
-Başbuğ.
...
MHP bayrağındaki üç hilal neyi simgeliyor?
-Osmanlı Bayrağı'dır. Üç kıtaya hakim oluşu simgeliyor. Ayrıca 3 kutsal bir rakamdır.
Üç, Hristiyanlık için kutsal değil midir?
-Müslümanlıkta da kutsaldır. 3'ler, 7'ler, 40'lar derler.
Üç deyince benim aklıma teslis geliyor. Baba, oğul, Ruhül Kuds.
-Evet ama İslam'da Bismillahirrahmanirrahim var, yani Allah, Rahman, Rahim, o da üçtür.
...
Merhumla konuştunuz mu bu sloganı nasıl bulmuş? ("Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman" için)
-Bunun kendilerine Allah tarafından verilen bir misyon olduğu inkar edilemez bir gerçek. Onu bulmaktan ziyade, onun ağzından çıkaran Allah'tır.
...
Tanrı Dağları'nın Orta Asya'da olduğunu herkes bilir ama tam olarak nerededir?
-Coğrafyasından çok Türklük davasının simgesi olması önemli. O bölgenin en yüksek dağıdır.
Belki okurlarımız merak eder. Tacikistan'ın orta ve kuızeyi, Kırgızistan'ın güneydoğusu, Çin'in batısında çok geniş bir alana yayılıyor. 
-Oraların hepsini kucaklayan bir simge Tanrı Dağı.
Tanrı Dağı'na gittiniz mi siz?
-Ben gitmedim. Türkeş Bey, Orta Asya'ya gitti ama Tanrı Dağı'na çıkmadı. Dağlarda ilahi sır vardır. Kutsaldır dağlar.
Simge yaptığım sloganıma aldığım yeri gider görürdüm ben olsam. 
-Ama bu yalnızca davanın büyüklüğünün ifadesidir. Hira Dağı da kutsiyeti ifade eder. Çünkü ilk vahiy Peygamber Efendimiz'e Hira Dağı'nda gelmiştir.
Ama Hira Dağı diye bir dağ yok ki.
-Hira Dağı var.
Hira mağaranın ismi. Bulunduğu dağın ismi Nur. Cebel-i Nur.
-Ama o dağın en büyük özelliği Hira Mağarası'nın orada oluşudur.
...
Türkeş onu Allah görevlendirdi diye mi çocuklarına Umay, Ayzıt gibi Tanrı adları verdi?
-Onun için değil eski Türk isimleridir.
Aynı zamanda tanrıça isimleri.
-Ama Türk milletinin tanrıçalarının. Türk duygusu çok kuvvetli olduğu için."

Yalçın Küçük- Tokluk tadı. Ne yediğinizden çok sofra düzeninin önemli olduğu durumlar için geçerli.
"-Ben Türk entelijnsiyasının bir kısmını beğenmem. Bunlar komplekslidir. Biz 40 kişiyiz. Biliriz birbirimizi. Bunların en beceriksiz oldukları, bütün iddialarını yitirdikleri zaman yatakta karşı cinsle yalnız kaldıkları zamandır.
...
Abdullah Öcalan'la görüşmenizde neler hissettiniz?
-Eylemi son derece pişirmiş, soğukkanlı, sevecen olabilen bir kimse.
Terörü bir yol olarak gören bir insanla sevecenlik nasıl bağdaşabiliyor?
-Özünde Kürt halkını çok seviyor.
Ama Kürtleri de öldürüyor.
-Öldürüyor tabii. Bunun sevgiyle ne alakası var? Bana "Hocam elime silah almadım, ben ordular yönetiyorum." dedi. Biz onunla Bekaa Vadisi'nde sabaha kadar aşk konuştuk. Yani nasıl çekiç çekice benzemek mecburiyetindeyse insan da yaptığı işe benzer.
Yaptığı işe benziyorsa bu adam nasıl sevecen olabiliyor?
Mustafa Kemal de ne kadar Türk öldürdü. Her savaş aynı zamanda bir iç savaştır."
İsmail Nacar- Dimağda boşluk tadı.
İlber Ortaylı- Oh be! tadı.

İsimlerden ve röportajı yapanın Nuriye Akman olmasından anlaşılacağı üzere, ilginç şeylerle karşılaştım kitapta. Birçoğundan sonra zaten tartışma çıkmış. "Sorarken gülüyordunuz, yazıya geçince çok sert olmuş, beni azarlıyor gibi görünüyorsunuz." diye şikayet edenler var.

17 Aralık 2010 Cuma

Kiyoto-İzu Dansözü-Yasunari Kawabata

Haruki Murakami'nin kitabının ardından bunu okudum. İzu Dansözü 1926'da, Kiyoto ise 1962'de yazılmış. Kitaptaki sıralamaları bunun tersi. Ben çevirisinden okuduğum için, geçen yılların yazarın üslubunda yaptığı değişiklik konusunda bir şey diyemiyorum. İkisindeki benzerliklerden bahsedebilirim. İki hikayenin de sonunda herhangi bir şey olmuyor. Bu, Murakami'nin kitabında da var. Biterken bir beklenti içinde oluyorsunuz. Bir sonuç, bir açıklama, herhangi bir şey. Ama böyle ortada kalmasın istiyorsunuz. Böyle deyince sevmediğim düşünülmesin. Kitap o kadar huzurlu ki sevmemek mümkün değil.

Kitap boyunca, ağaçlar ve çiçekler seyrediliyor. Seyredilmekle de kalınmıyor, üzerine düşünülüyor. Saygılı kızlar, sessiz anneler, otoriter ve durduk yere bağıran, tokat atan babalar, birden geri dönülen sessizlik. Bunlar bile o huzuru bozmuyor. Müthiş bir dinginlik var. Her şey size kitabı bir Japon'un yazdığını gösteriyor. Mesela, eşlerin birbirlerinden "anne-baba" diye bahsetmeleri ve birbirlerine böyle hitap etmeleri kadınların durumu. 

Kitapla ilgili güzel bir şey de bizim "bu ne ola ki" diyebileceğimiz şeyleri dipnotları ile açıklaması.

"Karanlık, daracık kutunun içinde doğuyorlar, şarkılarını söylüyorlar, yumurtluyorlar ve ölüyorlardı. Böylece soylarını sürdürüyorlardı. Bir neslin bile açık kafeste kısa ömürlü de olsa yaşaması ne kadar iyi olacaktı. Ama bütün bir hayatı kutu içinde geçirmek! Bütün evrenlerinin bir kutu oluşu!
Çieko, "kutu içinde evren"in çok eski Çin'in dağ keşişlerine ait efsane olduğunu biliyordu. Bu kutunun içinde, tadları eşsiz şaraplar ve nefis yemeklerle dolu saraylar varmış, bu dünyanın ötesinde sihirli bir ülkeymiş orası.
Cırcır böcekleri kutunun içinde besbelli sıkılmıyorlar, her canlı gibi ölümlü dünyadan korkuyorlardı; belki de bir kutunun içine kapatılmış olduklarından hiç haberleri yoktu. Ama yaşıyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Çieko'yu en çok şaşırtan şey, bir seferinde yeni erkek böcek koymadığı kutuda yumurtadan çıkan yavruların minik ve güçsüz kalmaları oldu. Suç kardeş hayvanların çiftleşmesindendi. Bunu önlemek için cırcır böceği besleyenler aralarında erkek hayvancıklar değiş tokuş ederler."

"Delikanlı, "Onlarda kadınımsı bir şeyler var" dedi, "ilk bakışta görülüyor. Aşağı sarkan narin dallar, yumuşak çiçekler, içleri dolu şeyler."

"Yine de Tanrı'nın sevgili çocuğu denir insanlara. Tanrı, kurtarmak için insanı ortaya bırakmıştır."

"Yüreği derinden sarsan bir şeyi, gerçekten kötü bir şeyi insan hayatında bir ya da iki defa yapabilir."

"Avrupa desenlerinin hepsinden nefret ediyorum. Biz Japonlar en eski saray çağından beri anlatılmaz güzellikte şahane renkleri görmüş bir milletiz."

"Takiçiro yerinden doğrularak Hideo'ya bir tokat yapıştırdı. Korunmak için Hideo hiçbir harekette bulunmadı."

"Birisine vurmayalı çok uzun zaman oldu."

"-Bay Otomo, sizin sevgili kafur ağaçlı yolunuzdan geri dönelim mi?
-Oh, çok teşekkürler. Oradan bir defa olsun geçebildiğim için öylesine sevinçliyim ki..."

"-Masako, birini buldun mu yoksa?
-Buldum, hem de az bir zaman önce. Onunla Kamao ırmağı kıyısındaki çayırlıkta oturduk bile."

"Rüyada böyle şeyler çok olur. İnsan hep dipsiz yerlere düşer."

"Şimdi yapılacak en doğru iş bir kaplumbağa yemektir."

"Pırıl pırıl parlayan, büyük ve harikulade güzel gözleri onun en sevimli yeriydi ve gülüşü çiçeklerin açması gibiydi."

"Önce siz için. Biz ellerimizi soktuk mu su kirlenmiş olur. Biz kadınlardan sonra suyu temiz saymazsınız herhalde."

"Bizimle biraz bir şey yemez misiniz? Pek temiz sayılmaz belki artık, çünkü biz kadınlar da daldırdık çubuklarımızı içine, ama üstünde durmaz boş verirseniz, pekala olur."






Küçük Hanımefendi- Muazzez Tahsin Berkand

Çirkin kızın güzelleşmesi. Bunu kaç tane filmde gördünüz kim bilir hatırlamayabilirsiniz. Yine de "Küçük Hanımefendi"lerden birini en azından hatırlarsınız.

Kitap ile film uyarlamaları arasında bir kısım farklar var elbette. Kitapta ne olduğundan bahsedeyim ben size.
Ömer, Gelgeçzadelerin küçük oğlu. Çok sevdiği Nüveyre ile evlenmiş, fakat Nüveyre birkaç ay sonra ölmüş. Ömer babasından kalan parayı gezip tozup yiyor. Kardeşi Münir de onun kadar harcıyor, ama eşi ve ailesi için, petrol bulmak için. Oturdukları köşkü bile kaybedecek kadar para kaybettikleri bir vakitte annesi Ömer'den bir izdivaç yaparak ailelerinin şerefini kurtarmasını istiyor.

Neriman, bir fabrikatörün kızı. Üvey annesi, onu yedi yıl evde bir odaya kapatıp sahibi olduğu servete el koymaya çalışıyor. Babasının arkadaşı Feridun Bey, Neriman'ı sadık yardımcısı Hayri yardımıyla kaçırıp Ömer ile evlendiriyor.

Yedi yıl bir odada aç susuz kalan Neriman zayıfamış, çökmüş. Nikah kıyıldıktan sonra, Nüveyre'ye aşkı ve sadakati sebebiyle sadece kağıt üzerinde evli kalmayı planlayan Ömer, Neriman'ın önce ellerini, sonra yüzünü görür ve şöyle der:
"Bana verdiğiniz karı bu mudur? Ne cesaretle böyle bir kadını benim karşıma çıkarıyorsunuz? Buna nasıl cesaret ettiniz?"

Ömer, alır başını gider. Neriman'ı ise Ömer'in dadısı Madam Sürpik ile İsviçre'ye gönderirler. Amaç Neriman'ın kilo alması. Her şeyi mektupla Ömer'in annesi Şaziye Hanım'a bildiren Madam Sürpik, Neriman'ın on kilo aldığını, yine de yeterince iyi olmadığını söylüyor. Avrupalı kızlar da Neriman'ın kilosunda imiş ama bu hiç de güzel değilmiş. Bu kısmı sevdim, evet.

Neriman, bir süre sonra her açıdan değişmeye başlıyor. Elbiseleri, saçı değişiyor, makyaj yapmaya başlıyor. Tiyatrodaki bir aktrisin halini, tavrını taklit etmeye başlıyor. Otelde tanıştığı Bülend ve babaannesi ile yakınlaşmaya başlıyor ve sonra onlarla yolculuğuna devam ediyor. O sırada kocası Ömer'e bir mektup yazıp ondan bir fotoğrafını göndermesini istiyor. Çok komik bir insan olan Ömer, Neriman'a maymun fotoğrafı gönderiyor. Bu fotoğrafı bir madalyon ile boynunda taşımaya başlıyor Neriman. İntikam almaktan bahsediyor.

Ömer'in annesinin cenazesinde karşılaşıyorlar nikahtan sonra ilk kez. Neriman'ı tanımayan Ömer, onu kardeşinin büyük kızı sanıyor. Nedense böyle sanmasına rağmen Neriman'ı hayli inceliyor ve beğeniyor. Filmde bunu komşu kızı yapmaları isabetli olmuş olabilir. Gerçeği öğrendikten sonra Ömer, Neriman'a gidip yalvarıyor. Ve kocasına o zamana kadar sadık olan Neriman, şimdi de itaat etmekten başka yol göremiyor.

"Feridun Bey, meraklı bir macera romanı okumaya hazırlanan bir insan telaşıyla evden çıktı. Ağır ağır şehrin yolunu tuttu."

"Aferin! Bu kızın çok iyi bir kalbi, yüksek bir ruhu var. Ona emniyet edilebilir."

"Onun için bazı yerlerde Mısırlı, bazı yerlerde Hintli diyorlar, Türk olduğunu bilenler de onu eski bir prenses zannediyorlardı. Bir ay kadar kaldığı bir otelde, hakkında birçok hikayeler uydurulmuştu. Bazı kimseler onun eski Rus çarlarına mensup bir düşes olduğunu, tebdili kıyafet gezdiğini söylüyorlar, buna inanmıyanlar da, meraklarını teskin için ona yaklaşmaya çalışıyorlardı. "

"-Siz Türk müsünüz?
-Evet, ismim Bülend Demirel'dir.
-Benim de Türk olduğumu nereden biliyorsunuz?
-Herkes gibi ben de merak ettim ve otelciden araştırdım. Sizin Türk olduğunu, isminizin Neriman olduğunu, yanınızdaki Ermeni madamın da dadınız olduğunu biliyorum. Benim yanımdaki büyük annemdir.
-Burada bir Türk ailesine rastladığım için çok memnun oldum.
-Ben de öyle. Memleketten uzakta görülen bir vatandaş çok kıymetli oluyor."

"-Bizde esasen aramızda soyadı veya baba ismi kullanmak adeti olmadığına göre, ona sadece Neriman Hanım der geçersin.
-Hayır, birbirimizi isimlerimizle çağırıyoruz. Sporcular arasında bu adet vardır."

"Ne mes'udum Yarabbi! Anne...Anne..."

"Elimi tuttu, ilk defa olarak dudaklarına götürdü:
-Bütün isteklerinizi yapacağım Neriman; yeter ki güzel gözlerinizin parlaklığı solmasın, çocuk neşeniz dağılmasın."

"His meselelerinde pek tecrübesizim amma, okuduğum romanlar, gördüğüm piyesler, seyrettiğim filmler bana bir erkekle bir kadın arasındaki münasebetlerin muhtelif safhalarını öğretmiştir."

"Ömer Bey'in benim namus ve ciddiyetime değil, çirkinliğime itimadı vardır. Benim gibi yüzüne bakılmayacak kadar suratsız bir ucubeye hangi erkek baş çevirir?"

"-Şaka etme, Neri, çok cazip bir kadın olduğunu sen de biliyorsun.
-Cazip fakat güzel değil.
-Güzelden daha güzel bir şey. Bir kadın için manken gibi güzel olmaktansa, sevimli, zayıf, zeki ve hoş bir insan olmak yüz defa daha iyidir. Herkes seni benim gözlerimle görse..."

"Neriman, dedi. Neriman, ister misin, daha ilk dakikada aramızdaki ayrılığı kaldıralım, kavga etmeyelim ve birbirimize güvenerek yaşayalım. Geçmiş günleri unutalım Neriman. İster misin?" (Bu da Ömer'in yüzsüzlüğü.)


*Bu farklar hakkında fikir edinmek, filmlere dair bilgi almak için buraya, buraya ve bir de şuraya bakabilirsiniz.

**Muazzez Tahsin Berkand'ın isimleri çok güzel olan ve yine filmleştirilmiş hallerinden de hatırlayabileceğiniz diğer kitapları:
Aşk Fırtınası
Aşk ve İntikam
Aşkla Oynanmaz
Aşk Tılsımı
Ateşli Kalb
Bir Gün Sabah Olacak mı?
Bülbül Yuvası
Çamlar Altında
Garip bir İzdivaç
Gönül Yolu
İki Kalp Arasında
Kalbin Sesi
Kezban
Mağrur Kadın
Nişan Yüzüğü
Sarmaşık Gülleri
Sevgim ve Gururum
Sevmek Korkusu

14 Aralık 2010 Salı

Kilitli Oda-Paul Auster

Ben, okuduğum kitapları iki ay sonra tekrar okuma ihtiyacı hissedecek kadar unutuyorum. Sevip sevmediğimi hatırlıyorum sadece. Bu kitaba dair hiçbir şey hatırlamıyor olmak beni şaşırttı. Yedi yıl olmuş okuyalı ve elime tekrar alana kadar okuduğumdan bile emin değildim.

Bu kitabı eminim ilk okuduğumda da sevmişimdir. New York Üçlemesi'nin üçüncü kitabından başlamak belki çok isabetli olmadı, ama elimizde bu vardı.

Kitaptaki kadın karakterin biraz arkada kalması bile rahatsız etmedi. Belki bunu her şeyin Boston'da bitmesine borçluyuz. Bilmiyorum. Belki de Paul Auster'ın zaten, karakterlerden çok olaylar üzerinde durması ile ilgilidir. Tasvirler de olayın öneminden ziyade etkisi üzerine uzuyor, kısalıyor. Böyle yaparak sanki Auster, ne olduğunun önemi yok, diyor. Bizi nereye götürdüğü önemli.

"Her şey çok dramatik ve aynı zamanda dehşet verici, neredeyse komikti."

"Bu, bir iane kabul etmekten çok, adaletin tecellisi olduğundan, Dennis kendini aşağılanmış hissetmeden hediyeyi kabul etti. Öyleyken böyle oluvermişti. Sihir gibi bir şeydi bu, cömertlikle mutlak inancın bir araya gelmesiydi ve bunu ancak Fanshawe yapabilirdi."

"Birçok yetenekli insanda olduğu gibi, bir süre sonra Fanshawe da kolayca elde ettiği şeylerden artık tatmin olmaz olmuştu. Ondan beklenen her şeyde daha küçük yaşta ustalaştığından, başka alanlarda onu zorlayacak ya da  meydan okuyacağı şeyler araması doğaldı. Küçük bir kasabada lise öğrencisi olmanın getirdiği sınırlamalar düşünülürse, aradığını kendi içinde bulmuş olması ne şaşırtıcı ne de olağan dışı sayılır."

"Öyküler, ancak onları anlatabilecek olanların başından geçer demişti bir gün. Aynı şekilde, belki de yaşantılar, onları yaşayabilecek olanlara sunarlar kendilerini. Fakat bu zor bir konu, hiçbir şeyden de tam anlamıyla emin değilim."

"Asıl konudan uzak durduğumuz sürece büyü bozulmayacak gibiydi. İşte böyle bir latifeye kaptırmıştık kendimizi ve ikimiz de oyundan caymaya niyetli olmadığımız için durum daha da güçleniyordu. Ne yaptığımızı biliyorduk, ama aynı zamanda bilmiyor gibi yapıyorduk. Sophie'yle flörtüm işte böyle başladı, usul usul, terbiyelice ve azar azar artarak."

"Sonuçta, asıl sınav herkes gibi olabilmekti. Bunu başardığında, tek başına kalmışlığını da sorgulamayı bırakacaktı. Yalnızca başkalarından değil, aynı zamanda kendinden de kurtulmuştu. Bence bunun en güzel kanıtı, gemiyi terk ettiğinde, hiç kimseye allahaısmarladık dememiş olmasıydı."

"Bu Cutbirth salaktı. Kötü niyetli ve salak. Parmaklarına dövme yaptırmıştı, her parmağında bir harf vardı. Sağ elinde A-Ş-K, sol elinde K-İ-N yazıyordu. İnsan böyle boktan bir manyağı görünce, uzak dursam iyi olur diyor."

"Çok bağlanmıştım ona. Ama bu iyi olduğu anlamına gelmez. Bir bebek de bokuna bağlanır ama kimse bu konuda kafa yormaz. Bu kesinlikle onu ilgilendirir."

*Yusuf Eradam çevirmiş. Güzel olmuş.

**Okuduysanız buna bakın.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yaban Koyununun İzinde-Haruki Murakami

Benim için Japon edebiyatına giriş oldu bu kitap. Ardından Yasunari Kawabata geldi. Kıyası onun kitabının olacağı yazıya bırakayım.

Kitabı sevdim. Yalnız, sonundaki o yarım kalmışlık hissini nasıl atlatacağımı bilmiyorum. Kitap boyunca, ben, okur olarak her şeye şaşırdım. Kitaptaki hiçbir karakter hiçbir soru sormadı ya, sorsunlar istedim. Kendimi biraz yalnız hissettim. Yine de keyif aldım okurken. Bir dona, kulağa, koyuna bu kadar takılmasını sevdim yazarın en çok.
Nihal Önol çevirmiş. Güzel de çevirmiş. Doğan Kitap beni şaşırtıyor bazen.

"İşte o zaman ayaklarımın dibindeki kırmızı pabuçlar ilişti gözüme. Daha önce de görmüş olduğum kırmızı pabuçlar. Üzerindeki çamuru kurumuş lastik ayakkabılarımın arasına park etmiş, bir çift ucuz plaj sandalı, mevsimsiz bir Noel armağanı gibi. Çevremde bir sessizlik uçuşuyordu, toz kadar ince."

"Bilmem. Sende bir şeyler var. Diyelim, bir kum saati: kum bitmek üzere. Senin gibi birinin, saati tersyüz edeceğine her zaman güvenilir işte."

"Bir don! Hiç olmazsa bir don bırakabilirdi!
Seçim onundu ve tek bir iz bile bırakmamayı seçmişti o da. Ya bunu kabullenebilirdim ya da niyetinin de öyle olduğunu tahmin ediyordum zaten, kendi kendimi, sanki o hiç yaşamamış gibi düşünmeye, inanmaya alıştırabilirdim. Eğer o hiç var olmadıysa, donu da olmayacaktı o zaman.
Kül tablasını boşalttım, don hakkında biraz daha düşündüm, sonra pes edip vurdum kafayı, uyumuşum."

"Bizler balina değiliz ve bu da bizim cinsel yaşantımızın önemini azaltan önemli bir gerçektir."

"Yani, kulaklarınız beni doğrudan mı çekiyor, yoksa sizde olan başka bir şey mi beni kulklarınız aracılığı ile çekiyor, tam olarak kavrayamıyorum."

"O noktadan başlayarak artık benim için doğduğum yer diye bir şey kalmamıştı. Ne büyük rahatlık! Beni isteyen kimse yok, benden herhangi bir şey isteyen kimse de yok."

"Pek sayılmaz. Sadece karmaşa, biçim değiştirmiş. Zürafa ile ayı, şapkalarını değiş tokuş etmişler, ayı da zebra ile atkılarını değiştirmiş."

"Gerçekten bilmiyorum. İki kişi arasında işlerin nasıl yürüdüğünü bilirsin. Her şeyin yolunda gittiğini düşündüğüm zamanlar da var, öyle düşünmediğim zamanlar da. Belki de evlilik zaten bu demek."

"-Canları sıkılmaz mı?
-Senin kendi yaşamından canın o kadar sıkılıyor mu ki?
-Pek bilemeyeceğim.
-İşte koyunlar da öyle. Onlar böyle şeyler düşünmezler ve düşünseler de işlerine yaramaz zaten. Kışı sadece saman yiyerek, işeyerek, pisleterek, karınlarındaki bebeleri düşünerek geçirirler."

7 Aralık 2010 Salı

Ali ile Ramazan-Perihan Mağden

Perihan Mağden'i köşe yazılarından biliyordum. Bu konudaki düşünce ve hislerimin, kitabı hakkında oluşacak olanları etkilemesini istemedim. Buna dikkat ederek okudum.

1992 yılında Hürriyet'in üçüncü sayfa haberlerinde görüyor Mağden, Ali ve Ramazan'ı. Ali, öldürdüğü adamın evinden kaçmaya çalışırken balkondan sarkıttığı kablo kopunca ölüyor. Ramazan ise bir inşaatta kendini asıyor. Hürriyet, haberleri verirken Ali ve Ramazan'ın ilişkisi hakkında "çarpık" ifadesini kullanıyor. Sonra da boşlukları dolduruyor Mağden ve bu kısa romanı yazıyor.

Yetimhanede iken, güzel bir çocuk olan Ramazan'ın müdür tarafından taciz edilmesi ile başlıyor hikaye. Uzun süre  yeni bir ayakkabı için, kazak için buna evet diyor Ramazan. Trajik ve çarpıcı bir hikayeyle yetimhaneye gelen Ali ile değişiyor her şey. Ali ve Ramazan birbirlerine aşık oluyorlar. Ali, sık sık "Biz ibne mi olduk şimdi abi?" diye soruyor. Ramazan ise birbirlerini sevdiklerini söylüyor. Yetimhaneden ayrılıyorlar. Önce Ramazan sonra Ali askere gidiyor. Ramazan fuhuş ile para getirirken eve Ali, bundan hoşlanmıyor ve tinere sığınıyor.

Perihan Mağden, detayları olabildiğince çok vermenin hikayeyi güzelleştireceğini, dahası bu konuya dair fikri olmayanlara iki erkeğin birbirine duyduğu aşkı anlatabileceğini düşünmüş sanırım. Aslında, fikir vermenin ötesinde, buna karşı çıkanlara meşruiyetini kanıtlama gayreti gibi idi. Bende, amacı her ne ise ondan saptığı hissini uyandırdı. Orada harcanan gayret keşke müdüre, yetimhaneye gelen psikologa yöneltilseydi. Hikayeyi gazete haberlerinin toplanmış hali olmaktan çıkarmaya çalışıp gazeteye gönderilmiş "Hayatım Roman" yazılarına benzetmiş.

Perihan Mağden zaten dışarıdan ve yukarıdan yaptığı gözlemlerden bahsediyordu gazete yazılarında. Kitabı okurken bunları hiç düşünmedim, ama bitirince hala öyle olduğunu fark ettim. Yetimhanede yetişen ve sonra sokaklarda, soğukta kalan, aç dolaşan insanları anlatmakta yetersiz kalmış bence Mağden. Böylesine soğuk ve bir pencere arkasından bakarak yapmak istediğini yapamamış. Zaten Ayşe Arman beğenmiş kitabı. Benim beğenmem garip olurdu.

"Ali ile Ramazan'ın kartopulanan alakalarını. Hep yan yana olmalarını, oturmalarını. Birbirlerine değmeden bir yerleriyle, duramamalarını."

"Niye askerlik yapmak zorunda olduğunu anlamıyor da anlamıyor Ramazan! Yetimhanede büyüdüğü, Devlet tarafından büyütüldüğü halde, bu vatana neden borcu olduğunu öldür Allah çıkartamıyor."

"Hamal kılıklı Kürt'ü düzüyor. Neredeyse yok pahasına. Ama öyle müşterisiz ki ortalık, razı oluyor işte."

"O arada Vanlı kimliğini, Kürt kimliğini keşfedip iyiden iyiye bunun aidiyet yarattığını, bir şeye dönüştürdüğünü Recep'i, işine de yaradığını, içine de iyi geldiğini kavrayıp iyice Vanlılaşıyor. İyice Kürtleşiyor tek bir kelime dahi Kürtçe bilmediği halde. Kürt aksanıyla konuşmaya başlıyor. Sağdan soldan kaptığı Kürtçe kelimeleri araya sokuşturuyor."

5 Aralık 2010 Pazar

Kente İndi İdris- Talip Apaydın

1981 yılında yazılan bu kitabı elime alırken umduğum, köyden şehre göç meselesine içten bir bakışı görmekti. Aslında yazar, köyden şehre geçişini eğitim yolu ile gerçekleştirenlerden. Biraz da bu yüzden daha başarılı bir kitapla karşılaşmayı bekledim.

Kitapta Yozgat'tan Ankara'ya göçen bir aile anlatılıyor. Kendi köylerinden daha önce bu göçü gerçekleştirmiş olanlardan birinin maddi olanaklarına bakıp bu kararı alıyorlar. Önceden gelen kişi seyyar satıcılık yapıyor, bir gecekonduda yaşıyor. İdris de buna özenip geliyor ve bir fabrikada işçiliğe başlıyor. İşin bu kısmında yazar, sendika meselesine ve sağ-sol kavgalarına değinmek istemiş. Yalnız çok yüzeysel olsaymış, öyle bıraksaymış bile daha iyi iş çıkarırmış.

Kitabın en kötü yanı ise beceriksiz ağızlar. Cümle İç Anadolu ağzı ile başlayıp birden İstanbul Türkçesi ile devam ediyor. Bu olmasa bile iğreti duruyor, rahatsız ediyor. Bir de kitap boyunca bitmeyen köylüye-özenen-şehirliyi-anlamayan-köylü diyalogları var.

"Yoo şehir kızları bu yaşta evlenmezler. Okullarını bitirecekler, ondan sonra. Şimdi koca mı beğenir bu, tövbe de."

"-Ne vuruyon yavu? Vışş...Acıttın.
-Acıtırım ya! Bacına da vuracam böyle. Kızdım mı vururum, hiç dinlemem."

"-He iyi anladın ağa, brova!"

"-Hoop, dağılın bakalım işinize! Gene meclisi kurdunuz. Siyaset yapmak yasak. Siyaset yapacaksanız işçiliği bırakın, partiye gidin. Adaylığınızı koyun.
-Bize siyaset yasak. Siyaset parası olanların işi."

"-Peki boba.
-Boba deme Osman, baba de, şehirlilere benzet dilini.
-Peki emmi.
-Emmi değil amca. Şehirliler amca der."

4 Aralık 2010 Cumartesi

Breakfast at Tiffany's-Truman Capote

Ellinci yıl düzenlemesinden idi benim okuduğum. Kitabın içinde uzun bir hikaye (ya da kısa roman) olan Breakfast at Tiffany's dışında üç de kısa hikaye var: House of Flowers, A Diamond Guitar ve A Christmas Memory.

Ben filmi seyredip kitabını okumayanlar grubunda idim birkaç gün öncesine kadar. Okurken, filmden kısa birkaç sahne dışında bir şey kalmamış aklımda. Daha önemlisi, okurken, Seinfeld'de George'un kitap kulübüne katıldığı ve bu kitabı okumak zorunda olduğu sahne geldi aklıma. Tabii ki kitabı okumuyor ve filmi seyrediyordu. Daha güzeli filmi kiralayamadığı için kiralayan kişinin evine gidip seyrediyordu. En heyecanlı kısmını anlatmıyorum. O bölümü de seyredin bu filmi de seyredin, kitabı da okuyun bence. Yalnız benim okuduğum gibi koyu ve sıkışık harflerin olduğu ve cep boyu kitaptan okumamanızı tavsiye ederim.

Kitaba dair hissiyatıma gelince, bence büyütülecek bir şey yok. Yalnızca Holly gibi biri hepimizin hoşuna gidiyor. Hikayeden çok bu karakter sebebiyle gelen bir şöhreti olduğunu düşünüyorum. Hem keyif veriyor hem üzüyor Holly'nin durumu. Daha çok genç, on dokuz yaşında. Bir evlilik yapmış, görünce babası sanılan bu adamı bırakıp New York'a yerleşmiş. Dışarıda hep güneş gözlükleri ile dolaşıyor.

"I'll never get used to anything. Anybody that does, they might as well be dead."

"For all her chic thinness, she had an almost breakfast-cereal air of health, a soap and lemon cleanness, a rough pink darkening in the cheeks. Her mouth was large, her nose upturned. A pair of dark glasses blotted out her eyes. It was a face beyond childhood, yet this side of belonging to a woman.I thought her anywhere between sixteen and thirty."

"The next time a girl wants a little powder-room change, she called, not teasing at all, take my advice darling: don't give her twenty cents."

"Anyone who ever gave you confidence, you owe them a lot."

*Seinfeld 6. sezon, The Couch.