26 Ağustos 2010 Perşembe

Kızlarıma Mektuplar- Emre Kongar

Okuduğum en bayık kitaplar listesine bir yenisi daha eklendi. Ne güzel. Emre Kongar, bu kitabıyla fırtınalara sebep olduğunu sanıyor. Gerçi 40 baskısı var kitabın. Belki bir tür yel oluşmuştur, bilemem.

Kızlarının biri Amerika'da doktora yapmak için, biri Türkiye'de doktora yapmak için evden ayrılıyor. Emre Kongar, her baba gibi kızlarım gitti üzüntüsü yaşıyor. Yalnız kızlarının burs kazandığını ve bundan nasıl gurur duyduğunu da kitap boyunca insanın gözüne sokuyor. Üzgünüm; ama hemen ardından söylemeliyim ki gururluyum, diyor. Mektuplarla, kızlarına bakın ne güzel ilişkimiz var, ben ne süper bir babayım derken "Yaşamdan Satırbaşları" başlığına uygun olarak da hayat dersleri veriyor.

Kitap hakkında yapılan söyleşilere, yazılanlara bakmak isterseniz Buket Uzuner, Murat Birsel ve Savaş Ay var elimde. Ben de size kopyalayayım biraz onlardan ki bakmadan da fikriniz olsun.

"Bir Müslüman ülkede babası tarafından önemsenen, ciddiye alınan ve erkek kardeşleriyle eşit muamele gören kızlar, yaşamları boyunca dimdik gezerler
Müslüman bir ülkede doğmuş ve büyümüşseniz yetişkinlik hayatınız ister yıllarca Hıristiyan veya Budist kültürlerde geçsin, ister sonradan dinsizliği seçin, ister dindar, ister agnostik olun, sonuçta hiç farketmeyecek ve değişmeyecek bir şey vardır.
Müslümanlık kültürü, altkültürünüzün bir ögesidir artık. Ayrıca, Fesuphanallah, na-mahrem, Allah kerim, Allah'a emanet kavramlarını, sahuru, kandil simidini, bayram namazını ve/ya bayram şekerini bilirsiniz. Günah ve sevap kavramlarınızın ilk formasyonu bu kültürde oluşmuştur. Eğer bir Müslüman kültürde bir kız çocuğu olarak büyümüşseniz en laik, en aydınlık çevrelerde yaşamış olsanız bile bir Hıristiyan kadından çok farklı bir saklanma, utanma ve çekinme halleri de altbenliğinizin ve bilinçaltınızın en karanlık kıvrımlarına sinmiştir. Kadın veya erkek bilirsiniz ki, Müslüman ve Doğu kültürlerde ailelerde erkek çocuk değerlidir, toplum yalnızca erkeklerin sözlerini ciddiye alır. Bunların elbette istisnaları vardır ama hep olduğu gibi istisnalar ancak kuralları doğrular. Türkiye bu istisnalardan biridir. Eksik ve yanlış yanlarına karşın dünyadaki tek laik Müslüman ülkedir." (Buket Uzuner)

"Bu toplumda gençlerimiz nasıl olmalı, genç kızlarımız nasıl olmalı, kadınlar nasıl olmalının adeta sevgi dolu reçetelerini veren. Ama tabi ben yani iyi bir sosyoloji öğrencisiyim. Yani yıllarımı, elli yılımı sosyolojiye vermişim. Dolayısıyla bu reçeteleri veya bu sevgi dolu yumuşak önerileri verirken bütün dünya literitürünü, Türkiye'nin toplumsal oluşumunu dikkate larak yapmaya çalıştım ve böylece kızlarımı küçükken büyüdüğü, büyüyen çocuklarla yaşadıklarımızı Türk toplumunun değişmesiyle ilişkilendirip hem somut olarak Elif ile Ebru'nun mutluluğu, hemde soyut olarak toplumsal sorunlarımızın çözümüne ilişkin bazı şeyler geldi. Hemen bir örnek vereyim derhal göreceksiniz. Herkes kitabın kapağını beyeniyor sizde çok beyendiğini söylediniz." (Murat Birsel) ("beyenmek" oradaki tek saçmalama değil. Hepsi birbirinden güzel.)

"Sevgili kızlarım, şimdi bizden kilometrelerce uzakta, kendinizi yetiştirmek için çalışıp didinirken kimbilir o gurbet ellerde ne tehlikeler bekliyor sizi! 
Trafik kazalarından sapık insanların saldırılarına, sağlık sorunlarından eğitimdeki güçlüklere kadar görünen ve görünmeyen ne çok tehdit ve tehlike var karşınızda. Bütün bu acımasız ortamda tek güvenceniz dengeli, akıllı zeki kişiliğiniz. 
Size güveniyorum." (Bu da fırtınalar koparan kitaptan. Ne kadar da farklı değil mi?)

Mehmet Rauf- Böğürtlen

Sözde Kızlar'dan birkaç gün sonra okuyunca size hemen üç benzerlikten bahsedebilirim. Yalnız karşılaştırma yapmadan sadece bu kitaptan örnekleriyle yapabiliyorum.

1. Kadınların elbiseleri altında nasıl bir vücudu olduğunu tahmin etme:
"Ufak tefek olmakla birlikte bir kadın için tam orantılı bir vücudu vardı. Dışarıdan daha çok zayıf denebilecek vücudunda, bluzunun altından canlılığı derin bir zevkle dikkati çeken zengin göğsü ve dış çizgilerini gizleyerek süsleyen dolgun kalçalarıyla nefis bir vücut örneği gösteriyordu."

2. Giyimi ve hareketleriyle tasvip etmedikleri kadınları kötüleyip yine de etraflarından ayrılmamak, onlarla muhakkak bir şeyler yaşayıp tafsilatlı bir şekilde anlatmak ve sonra onlardan nefret etmek.
"Bu olağanüstü hızla, olağanüstü işler yapmalıdır, diyordum; elimin altında sıcak bir teslim oluşla çarpan bu elleri yavaş yavaş, küçük küçük parmaklarımın içine alıverdim ve hücumlarıma ses çıkarmadığını, sıkıştırmalarıma karşılık verdiğini görerek, gözlerim bulanıyor, başım dönüyordu. Birdenbire bir cinnet kasırgası içinde ne olursa olsun diye bu eli kaldırıp dudaklarıma götürdüm. Onun uysallığıyla bütün damarlarım en ateşli bir kasırga içinde dövünüyordu. Koluma doğru eğilmiş duran başını görmek için yarı döndüm. Gözleri tam bir sarhoşluk içinde süzülmüş, erimiş; başı, kolumun üstünde, hemen hemen bayılmıştı....
... Aman Yarabbi! Bu kadar... Bu kadar kolay ha?
Ancak daha önceki gün benim için, bütünüyle yabancı olan bir genç kız. Bu nasıl şeydi?
...Ah iğrenç. İğrenç...
... Biraz önce yuvarlandığım zevk ve şehvet uçurumundan şimdi silkinerek kendimi kurtarmış, düşmanca bir soğuklukla Süheyla'ya bakıyordum."

3. Yine her zamanki gibi seksist yazarımız karşımızda:
"Bir kadın ilahi varlığını, değerini bilmeyince kadın değil, yalnızca bir dişidir; her dişi gibi aşağılanmış ve kirli bir yaratıktır.

Özetle, Pertev Müjgan'a aşık oluyor. Pek yabani Müjgan'a çeşitli benzetmeler yaparak "böğürtlen" diyor.

"Nasıl bakıyordum o nasıl nefis idi."

"Bakıyorum; işte göğüs, işte boyun, işte bel! Müjgan'da ne varsa, bunda da her şey var. Sonra, Müjgan, benim için her şey ve bu hiç... hiç! Ne korkunç bir sır."

40 Mektup-Fatih Çıtlak

Fatih Çıtlak çok tatlı, tonton bir adam. Bu ilk kitabı. Hocalarının pek çok mektubunu okuduktan sonra bu mektupları başkalarının da okuması gerektiğini düşünmüş. Sonra da bir şeyhin müridine yazdığı mektupları değiştirmişmeye karar vermiş. Olduğu gibi yayımlamanın mahremiyetlerine zarar vereceğini düşünmüş.

Tuti İhsan Efendi, Makedonya'da yaşıyor. Ara ara kasabalarına gelen bir şeyhten çok etkilenmiş.Bulgaristan'a taşınan, hiç görmediği fakat adını çok duyduğu bir akrabasına mektup yazıp, bu şeyhe intisap etsem mi diye soruyor. Sonra bu mektuplar devam ediyor. İntisap ettiği şeyhin mektuplaştığı kişi olduğunu hiç öğrenmiyor.

Mektuplar, hem bir şeyhle müridi arasında geçenleri aydınlatıyor hem de çok hoş bir dili var. Sadeleştirilmemiş her şeyi sevebilirim. Bir de mektupların Balkanların durumundan bahsetmesi hoşuma gitti sanırım. Belki sadece bu adam çok tonton diye. Bilmiyorum.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Türbeler-Ali Köse, Ali Ayten

Yukarıda yazan isimlere bakmayın. Çok klasik bir hikaye olarak, öğrencilerine iş yaptırıp onları kullanan hoca göreceksiniz burada.


7 bölge, 23 ilde, 3 tanesi Alevi türbesi olmak üzere 30 türbede 3003 kişi ile anket ve mülakat yapılmış. Diyanet İşleri Başkanlığına göre 1996’da 1236 türbe var Türkiye'de. Türbe kriterlerinin ne olduğunu açıklamamışlar. Türbe ziyaretleri oranı 2000’de %52 iken, 2009’da %41 olmuş. 


Türbelerin, neden şu anda oldukları yerde olduğunu merak ediyorsanız birkaç sebebi var. İstanbul'da boğazın iki yakasındakiler için İstanbul'u koruyor olduklarını hissettirmeleri mesela. Kırsal yerleşim alanlarında ise yüksekçe yerlerde bulunan türbeler, kasabayı, köyü koruyor olduğu fikrini veriyor. 
Önemli bir sebep de daha evvel azizlerin ziyaretgahlarının olduğu yerlere türbe kondurarak, halka bakın artık Hristiyan değilsiniz demek. 
Dini kimliğin yanı sıra milli kimlik de türbeler yardımıyla inşa ediliyor esasında. Türbelere dair rivayetlerin arasında bol miktarda Kıbrıs ve PKK hikayeleri var. 


Yazarlar, türbeler için "kadınların camisi" diyorlar. Ziyaret edenlerin %62'lik bir kısmının kadınlardan oluşmasından ziyade bu kadınların kendilerine camilerde yer bulamaması etkili bunda. Erkekler camileri ellerine geçirince kendilerine hem dini ihtiyaçlarını giderecek hem sosyalleşecek yerler arıyor kadınlar. Türbelerde anket ve mülakat yapılanların birçoğu oralara devamlı olarak gidiyor. Birbirlerini tanıyorlar. Görüşmediği sürece ne olduğunu anlatıyorlar, dertlerini, sıkıntılarını paylaşıyorlar. Türbeler her şeyden önce ruhsal bir rahatlama sağlıyorlar: Ümitsizlikten kurtulma, motivasyon, üzerine düşeni yaptığına inanma, problem paylaşım alanı, sosyalleşme platformu, yüceltilme hissi, kurumsal dinin yaşandığı yerden ziyade bireysel tecrübelerin ön planda olması.


Türbelere dair istatistikler şöyle: %74 dua edip dilekte bulunmak için, sadece dua için gelenler %45, ibret almak ve tefekkür için gelenler ise %16.
Gelenlerin %28'i ilkokul mezunu, %41'i orta öğrenim, %22 üniversite mezunu, %8 ise sadece okur yazar.
Ziyaretçilerin %81'i şehirde yaşıyor ve ekonomik durumlarını %67 orta sınıf, %18 zengin, %15 fakir olarak nitelendiriyor. 
%60'ı evli olan ziyaretçilerin %24'ü 15-25 yaş arası, %38 26-40, %33 41-65 ve %4 66 yaş ve üzeri.
Din eğitimini nerede aldıklarına gelince%51 ailede diyor, %14 Kuran kursunda. HHangisi peygamberdir sorusuna doğru cevap verenlerin sayısı ise  %51. 
Türbeye dair herhangi bir bilgi ile gelenlerin sayısı %31.


Türbeye gitme sebepleri ise çok değişmiyor. Bedenen ve ruhen şifa talepleri, cinlerden kurtulma isteği, sınavlarda başarı, ev, araba, eş, mutluluk... Bazen manevi isteklerle orada bulunanlar da oluyor tabii. 


Bazı türbelerin duvarlarına yazarak isteklerde bulunmuş ziyaretçiler. Onlardan bir kısmı:



Konya Tavus Baba Türbesi: Allahım! Karnemde 1 var, annem babam görmesin, kızmasın.
KTB: Utku’ya okul, Serkan’a okul, Ekrem’e evlat, Mehmet’e iş, hanım, Delal’e kısmet, ev, huzur.
KTB: Allahım bana sevdiğim kızı ver.
KTB: Allahım 350 milyon burs, temiz bir avrat istiyorum.
KTB: Hukuk fakültesini kazanayım, yardımcı ol.
KTB: Allahım üniversite sınavını kazanayım (mümkünse Marmara, olmazsa Selçuk olabilir). En az 250 puan alayım.
Sivas Gani Baba: Ben sağlıklı, mutlu, heyecanlı, maceralı bir hayat istiyorum. Ayrıca gitar istiyorum. 
SGB: Mrb Gani Baba, sana bir sürü dilekte bulunuyoruz, bunun farkındayız. Ama bişi daha isteyecektim. Noolur 1.75 oliiim. Noolur!
SGB: Benim kaderim de halama çekmesin. Halama sabır ver. Eniştem içki içmesin.

Diyarbakır Hz. Süleyman: Allahım beni ve çocuklarımı kocamın zulmünden koru. (Zazaca)
DHS: Allhım kaynanamdan kurtar beni.
DHS: Allahım Selma'yı seviyorum, onunla evlenmek istiyorum.
DHS: Beni Hakan’a kavuştur.
DHS: Kocam bana iyi davransın.
DHS: Allahım çocuk istiyorum.
DHS: Allahım beni memur yap.
DHS: Bana ev ve araba ver.
Yuşa: Ey Yuşa! … yerlerdeki villaların satışında ve arsaların alınışında bana yardımcı ol.

Ne yapıyor bu insanlar orada diye merak ediyorsanız genelde Kuran okuyorlar, dua ediyorlar, şekerlere lokumlara okuyor ve onları dağıtıyorlar, türbeyi tavaf ediyorlar, ellerini/yüzlerini sürüyorlar, mum yakıyorlar, çaput bağlıyorlar, piknik yapıyorlar, adak kurbanlarını kesip dağıtıyorlar.

Çok ilginç türbe hikayeleri var. Bazılarının ne kadar uydurma olduğuna isimler bile işaret edebilir tek başına sanırım. Anneannemin masallarındaki isimler gibi. Mesela, Çoban dedenin kardeşleri: Cabbar, Bulamaç, Tosun, Sadık, Zilli ve Ali.

Bir de türbedarlar var. Bir kısmı rüyasında türbe ve ya sahibiyle ilgili bir şeyler görüp kendini görevli kabul ederek geliyor. Bir kısmı da ziyaretçilerden bir şey koparma peşinde. Afyon Seyyid Hasan Basri Türbesinde, kendisine soru soran öğrencileri "Alamancı" sanan türbedar, "Bari kahve getirseydiniz." diyor. Olmayınca telefonunuzu verin, diyor. O da olmayınca sigaralarını istiyor. Veriyorlar.
İzmir Susuz Dede Türbesinde de "Çok güzel dua edilir. Hepsi kabul olunur." diye dolaşan insanlar var. 

Türbeler çok enteresan.  

24 Ağustos 2010 Salı

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı-Bilge Karasu

Kitabın çok güzel olduğunu söylerek veren kişinin edebi zevkine olan güvenimle, (bir tür gazla diyebiliriz) kitabın ilk yarısını tadını çıkara çıkara okudum. Sevdim de. Sonra içimde birden aynı şeyleri okuyormuşum gibi bir his uyandı. Evet, haksız değildim. Bunda bir kötülük yoktu. Yalnızca benzer şeyleri düşünüp hissettiğim için bir an önce bundan kurtulmasını istedim kahramanın.

"Bugüne dek kendini bu kadar çok düşünmemiş, böyle düşünmemiş gibi... Öyle geliyor ona. İnanmanın kolaylığı, korkunç ölçüdeki güç kolaylığı içinde kendini düşünmemiş gibi hiç... Yalnız, bir çeşit öfke biriktirmiş gibi yüreğinde... Patlak vermek için önemli bir anı bekleyen, öyle küçük küçük olaylarda kendini harcamağa yanaşmayan, ama olayın önemlisini bir türlü gelmiş sayamayan bir öfke."

"Kaçış olsa da olmasa da yürümeli, bu yolda ilerlemeliyim, diye düşündüğü andan bu yana kendini gitgide artanbir kolaylıkla koyveriyor. Gerçekte bu kolaylık, kendi kendini aldatmak.
Gene de değil.
Aldatmak değil.
Kese yoldan gitmek varken, kese yolu seçmek mümkünken, kime karşı, neye karşı, bunu bilmeden, kestirmeden, kestiremeden, bir çeşit vakit kazanma tasası içinde en uzun yoldan gitmek, sağa sola saparak, çıkmazlara dalıp çıkarak...
İpi, koptuğu yerden bağlamağa çalışmalı.
Denemeli, hiç değilse."

Franny ve Zooey-J. D. Salinger

Salinger, kesinlikle Türkçe okunmaması gereken bir isim. Ömer Madra çevirmişse bilhassa. Gerçi bu okuduğum ikinci kitabı; ama olsun. Üzerine “Ölmeden önce okumanız gereken 1001 kitaptan biri” etiketini yapıştırmayı bilen YKY, ne doğru düzgün çevirecek birini bulabilmiş ne onu kontrol edecek editörü.
İlk bölümde Franny ile sevgilisi Lane konuşurken, kitabı defalarca bıraktım elimden. Hemen sebebini örnekle açıklamak istiyorum: “Yani, Tanrı aşkına, seni temin ederim bu lanet şeyin Allahın belası bir kurşun balon gibi batıp gideceğini sanırken, bizim ödev, üstünde neredeyse iki metrelik bir 'A' harfiyle geri gelince, Allah belamı versin alabora oluyordum az kalsın.”
Evet, az önce bir “Hey dostum, senin problemin ne ha?” örneği gördünüz ve maalesef kitabın büyük bir kısmı böyle.

Çevirisini okurken sürekli orijinalinde ne dediğini tahmin ederek okudum. Hayali olarak İngilizce okumuş olsam da hala kitabı çok sevdiğimi söyleyemiyorum. Karakterlerin ilgi çekici olması konusunda hakkını teslim etmeliyim; ama bu Glass ailesinde beni rahatsız eden bir şey var. Onları anlatmaya devam eden diğer kitaplarını okuyunca fikrim değişecek mi bilmiyorum.

Zooey, ağabeyi Seymour'ın odasına girdiğinde tahtanın üzerindeki alıntılardan okuyor. Onlardan:
“Tanrı'nın kalbe yol göstermesi fikirlerle değil, acılar ve çelişmelerle olur.”

Salesli Aziz Fransiscus'un duası: “Evet peder! Evet ve daima evet!”
Zui Gan her sabah kendisine seslenirdi: “Usta!”
Sonra da kendi kendisine cevap verirdi: “Buyrun efendim.”
Sonra da eklerdi: “Ayıl.”
Yine cevap verirdi: “Peki efendim.”
“Ondan sonra da” diye devam ederdi, “başkalarının seni aldatmasına izin verme.”
“Peki efendim; peki efendim.” diye cevap verirdi.
Mu-Mon-Kwan

  

İslam'la Bir Yaşam-Nasr Hamid Ebu Zeyd

Nasr Hamid Ebu Zeyd, Mısır'ın bir köyünde dünyaya geliyor. Çocukluğuna dair anılarını anlatırken Mısırlı köylülerle Amerikalıların dünyadan haberdarlıklarını kıyaslıyor bir yandan. Hayatının diğer dönemlerini anlatırken de salt anılarını okumuyoruz. Olanlarla birlikte konu ile ilgili düşüncelerini, hislerini de aktarıyor. Bunların önemi Mısır tarihine dair bilgi edinmekle sınırlı değil. Nasr Hamid Ebu Zeyd, İmam Şafii ile ilgili eleştirel içerikli kitabından sonra tekfir ediliyor. Hem Kahire Üniversitesi'nde ve diğer eğitim kurumlarında hem de Mısır kadar diğer ülkelerde de tartışmalara sebep oluyor bu karar. Bununla da kalmıyor olanlar ve tekfir edildiği için evliliği geçersiz sayılıyor Ebu Zeyd'in. Mısırlı, köylü, inançlı, eğitimli bir adamın yaşayabileceği ne varsa görmek istiyorsanız, belki hem anı hem tarih kitabı okumak istiyorsanız buyrunuz efendim.

Kitabın kapağında anlatan Navid Kermani diyor. Daha fazla bilgi vermemiş; ama ben buradan Ebu Zeyd'in anlattıklarının ikinci bir isim tarafından yazıya geçirildiği fikrini edindim. Kitap, Arapçadan Almancaya ve sonra Türkçeye çevrilmiş.


“İlk flörtüm, Birleşik Devletler'deki ikametim sırasındaki acı deneyimlerimdendir. İsrail-Arap anlaşmazlığına kurban oldu bu ilişki. Sedat, tam Camp David'de İsrail ile barış anlaşmasını müzakere ederken bir kızla randevulaşmıştık. Hepimiz bu anlaşmaya karşıydık, çünkü Mısır'ın İsrail ile ayrı bir barış yapmasını istemiyorduk. Bu şahane güzel kız ile buluştuk ve ben, tüm zamanı politikadan söz ederek geçirdim. Darkafalı bir entelektüel gibi davrandım, İsrail'e sövüp durdum. Sonra kız bana bir Yahudi olduğunu söyledi. Bu onunla ilk ve son randevum oldu.
Birleşik Devletler'deki deneyimlerimden birisi de, birinin bana telefon edip:
“Akşam yemeği yedin mi?” diye sormasıyla başlayan süreçti.
“Hayır.” diye cevapladım.
“Hadi birlikte yemeğe gidelim.” diye teklif etti.
Ben bu telefonu bir davet olarak anladım. Yemekten sonra, ahbabımın yalnız kendi hissesini ödeyeceği anlaşıldı. Sonradan ona telefondaki konuşmasının benim kültürümde davet anlamına geldiğini anlattım, benden çok özür diledi.”

“Babam hastalandığında annem evde terzilik yapmaya başladı. Yaşamak için başka çaremiz yoktu. Ama babam çok tutucu olduğundan annemin çalışmasını kabullenmek çok zoruna gitti. Eve geldiğinde her şeyi temiz ve düzenli bulmak istiyordu. Annem ise bütün gün çalışmak zorundaydı, artık her şeyi temiz ve düzenli olamazdı. Bazen babam eve döndüğünde annemin müşterisi henüz gitmemiş oluyordu, sonra tartışıyorlardı. Görünüşe göre ilişki kurala uygundu: Erkek buyuruyor, kadın baş eğiyordu. Ama günün birinde babam, anneme büyük kız kardeşim ile evlenmek isteyen bir adam hakkında fikrini sorunca şaşırdım. Ev dahilinde karar yetkisinin annemde olduğunu farkına vardım. O güne kadar bildiğime göre erkek buyurur ve yasaklardı. Arasıra babama özendiğim olurdu. Kapıdan içeri girer baba rolüne bürünürdüm. Annem buna sadece gülüyordu. Bu rol dağılımının doğa verili olduğunu düşünüyordum ve şimdi babamın anneme bir şey sormasına, onu dinlemek ve gerçekten onun fikrini duymak istemesine hayret ediyordum. İlişkilerini gözlemeye başladığımdan beri ona Naime diye adıyla hitap ettiğini ilk kez duyuyordum. Başkalarının yanında anneme daima “çocuk, kız” diye seslenirdi. Ona ne ön adıyla ne de Ümmü Nasr ile seslenirdi. Ama şimdi kız kardeşimle ilgili olarak karar annemdeydi.”

“Benim fakültemde nazım, felsefe, tarih ve İslami bilimler öğretiyorduk. Birçok öğrenci, yeni olan her şeyi reddediyordu. Sadece İslami bilimlerde, Kuran ve hadis konularında böyle değildi bu. Şiir sanatı dersinde de aynıydı. Biz üniversitemizde sadece bir boyutta, helal ve haram olup olmadığı boyutunda düşünmeye programlanmış bir öğrenci tipiyle karşı karşıya idik. Derste bir aşk şiirini incelerken, on sekiz yaşında bir kız öğrenci kalkıp İslam'da aşk şiirinin yasak olduğunu söyleyebiliyordu. Ne yapmalıydım? Görevimi yaparak, şiirin içeriğini ve yapısını incelemek yerine birdenbire İslam'da nazmın caiz olduğunu, bizzat Hz. Muhammed'in bundan zevk aldığını söyleyerek meşrulaştırmak; nazma karşı ileri sürülen savları göreceleştirmek ve bir bağlama oturtmak; kendimi üniversite onuruna yakışmayan bir düzeye indirmek zorunda kalıyordum-helal ve haram düzeyine.”

“Allah'ın her şeye kadir olan adıyla, hissediyorum ki, tekrar dirildiğimizde o beni kendine çağıracak ve diyecek ki:
“Ey Nasr, Naime'nin oğlu,” -annemin adı buydu- “yükümlülüklerini yerine getirdin mi?”
“Allahım, çabaladım.” diye cevap vereceğim. “Her şeyi yaptığımı iddia edemem. Çabaladım.”
“Hatalı hiçbir şey yapmadın mı?”
“Tabii kusurlarım oldu. Kimin yok ki? Fakat Sen, Allah, bağışlayan ve esirgeyensin.”

Sözde Kızlar-Peyami Safa

İlk yayımlandığı tarihin 1923 olduğunu göz önünde bulundurursak, romanla verilmeye çalışılan mesajı daha iyi anlayabiliriz. Havai ve Avrupai bir hayat tarzının etkilerini göstermeye çalışan Safa, bunların akıbetinin hiç iyi olmayacağını da göstererek uyarır. Hadi bu kez iyiliğim üzerimde biraz anlatayım.
Yunan istilası sebebiyle evinden ayrılmak zorunda kalan, babası kaybolan Mebrure, Manisa'dan kalkıp İstanbul'daki akrabalarının yanına gelir. Akrabaları hakkında duyduklarına ihtimal vermeyen, inanmayan istemeyen zavallı kızcağız, bunların gerçek olduğunu görmesine rağmen parası ve gidecek yeri olmadığı için onlarla birlikte kalmaya devam eder. Kaldığı köşk, Safa tarafından, bir ahlaksızlık yuvası olarak tasvir edilir. Eve gelen giden belli değildir ve herkesin birbiriyle ilişkisi vardır. Kadınların hedefi birer aşık ve zengin koca bulmak iken erkekler sadece aşık bulmaya çalışır. Hikayeye frengi, öldürülen bir bebek ve olabildiğince yalan eklenir. Tüm bunlara karşılık Anadolu'nun kahramanlığı, saflığı, iyiliği ve korumakta olduğu “Türk-İslam” kimliği vardır. İsimlerle söylemek gerekirse, bir tarafta yakışıklı, zengin, çapkın, etkileyici, yalancı, vicdansız, adi adam Behiç vardır. Diğer tarafta ise pek yakışıklı olmayan, samimi, iyi kalpli, fakir, dürüst Fahri vardır. Pekiyi Mebrure kimi seçecektir? (Şaşırtmacalı sorudur, dikkat ediniz.)

Yine bilmem kaç kez okuduğum bir Peyami Safa kitabı. Pek seviyorum.  

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu-Peyami Safa

Hep sevdim, hep sevdim. Peyami Safa'yı da diğer kitapları gibi bunu da sevdim. Bu sebeple bilmiyorum kaçıncı kez okuduğum bu kitabı yine yavaş yavaş okudum. Bunda Safa'nın dilini, tasvirlerini sevmemin dışında bir de acısını sevişim var, sanırım. Gerçek bir derdin en yalın haliyle aktarılmasını sevmemek mümkün değil. Bir de her bölümün başında, başlık ile yazı arasındaki cümleleri çok seviyorum. Bölümü özetleyip, sıkıştırıp yazmış.

Konusuna değinmeye gerek görmüyorum. Herkesin okumuş olduğunu düşünüyorum. İlkokulda okumayanlara ortaokulda zorla okutuyorlardı zaten. Bunların hepsinden kaçıp kurtulanlar şimdi utansın kendinden.

"Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler."

"Kendimi, kitapların kahramanlarından daha mühim bulduğum için, okumaktan sıkılıyorum. Istırabımın hodgamlığı mani oluyor."

"Hep gittiler. Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor. Odadan gündüz ışığıyla birlikte bana ait her şey çekiliyor: Evime ait hatıralar, kalabalıklar, sevdiklerimin sesleri, bir çok şekiller, hayatımın parçaları, Erenköy, köşk, tren, vapur, fakülte, doktorlar, hastabakıcılar, hayatın gürültüleri, şehir, gündüzün sesleri, her şey uzaklaşıyor. İçimde bir boşluk. Garip ve büyük bir his, derinliklerime doğru kaçıyor, gizleniyor. Ruhum karaltılarla, sessiz ve şekilsiz gölgelerle, eşya arkasına saklanan hayaletler gibi kendilerini göstermeden korkutan meçhul varlıklarla dolu."

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Conflict and Communion Reconsciliation and Restorative Justice on Christ's Table

İki dönem Conflict Resolution dersi alıp da hiçbir şeyi çözememek aslında çok doğal. Şaşırmayın. Dersler, tamamen kilisedeki problemleri çözme üzerine kurulu olduğu için şimdi bana getirin bir sorun oradan hemen çözeyim. Diyelim ki rahip bir yolsuzluk yaptı, bu ortaya çıktı. Hemen bölge görevlisini, para işleriyle ilgilenenleri ve rahibi eşiyle birlikte çağırırım. Çok doğru soruları bir halka etrafında toplanarak sorar, cevap alırım. Rahip efendiye neden yaptın, derim. Hürmetli hanımına, sen ne hissediyorsun diye sorarım. Paraları cebe atılmış cemaatin temsilcisine de, az dur kızma, derim. Sonuçta "We should do whatever Jesus did."

Bu kitapta da bunu görüyoruz. O ne yapmışsa örnek alıyoruz, sorunları öyle çözmeyi öğreniyoruz. Komünyon niye yapılmış, bize ne mesaj verilmiş diye düşünüyoruz. Kitaba bakıyoruz, masaya oturuyoruz, yemek yiyoruz ve çözüyoruz.


"The communion service is one of Word and Table. When we soak ourselves in Scripture we discover that the message of peacebuilding is not located in just a few favorite and obvious passages."

17 Ağustos 2010 Salı

Anadolu Notları-Reşat Nuri Güntekin

Moda artık, herkes gezi notları yazıyor diye düşünen Reşat Nuri , notlarını çıkarmış ve bir araya getirmiş. İlk kitap 1936'da ikincisi 1966'da yayımlanmış. İkinci kitapta hazırlıklı davranan Güntekin, notlarının altına tarihlerini de eklemiş. 1939'dan sonra yazılmış bir not yok. Diyebiliriz ki 1930'larda, üstelik de popüler olduğu vakitlerde, halkın arasına karışmaya çalışıyor. Yine de her notta ayrı ayrı altı çiziliyor ki o halkın, köylünün "Bey" diye hitap ettiği biri. Onu görür görmez İstanbul'dan geldiğini, mühim bir insan olduğunu anlıyorlar.

O yılların bir tür portresinin çizilmesi, bunun kısa hatıralarla desteklenmesi çok hoş. Eski bir baskısı olduğu için dili de çok keyifli. Seve seve tekrar okudum.

"-Gelmediğine hata ettin, dedi, o dans, ne güzel şey Yarabbi... İnsan, huri kızlarının kucağında uçuyor gibi... Ne fevkalade dans ettiğimi göreydin, şaşardın... Çok nezih, asri bir gece geçirdik doğrusu... Danslar, zeybekler, şiirler, monologlar, sürprizler, salon oyunları... Yok, yoktu. Hiçbir yolsuzluk çıkaran da olmadı. Bu, Avrupa'da da bu kadar olur.

-Eğleniyorduk ya... Bir yolsuzluk oldu bey, dedi. Erkekler sokakta, kadınlar arka bahçede eğlenti yapıyorlardı. Delikanlılık bu ya; şeytana uyduk. Bir arkadaşla arka sokağa dolandık; tahtaperdenin arkasından kadınların oynadığını seyretmeğe başladık. Bir kötülükten değil ya, sanki nasıl oynuyorlar diye. Bekçi bizi görmüş, jandarmalara haber vermiş. Bizi yakaladılar: "Utanmaz herifler, siz elalemin nikahlı karılarını gözetlersiniz ha..." diye bizi çalyaka karakola götürdüler. Başımızı kurtarasıya kadar anamızdan emdiğimiz burnumuzdan geldi. "

*Kitapta neler demiş diye merak ediyorsanız buraya bakabilirsiniz