29 Ocak 2011 Cumartesi

Tünel- Ernesto Sabato

Kitabın sahibi, kitabı bana verirken çok sevdiğini söylemişti. Ve eklemişti:
-Belki sen anlamazsın.
Kitap, "erkek gözünden" anlattığı için yaşananları, kitabı anlamayacağımı/sevmeyeceğimi düşünmüştü sanırım. Kitabı sevdim. Juan Pablo Castel'i sevmedim, anlamadım. Bununla birlikte üzüldüm, korktum okudukça.

Pablo, kitaba bunu söyleyerek başladığı için ben de söyleyebilirim: Maria İribarne'yi neden öldürdüğünü anlatıyor. Kitabın ilk sayfalarında buna gerçekten şaşırıyorsunuz. Sonra o malum ve meşum sona doğru adım adım ilerliyorsunuz. Anlatılanların gerçekliği konusunda ise sürekli farklı düşüncelere kapılıyorsunuz.

"Dünyanın korkunç bir yer olduğunu göstermek için fazla kanıta gerek yok, yalnızca şunu dinleyin yeter: Bir toplama kampında açlıktan yakınan eski bir piyanisti fare yemeğe zorlamışlar, hem de canlı canlı."

"Karşımızda kötücül bir insan mı var? Yok edelim onu, yalnızca buna iyi bir iş derim ben. Bir insanın zehrini kötülük imbiğinden geçirerek akıta akıta dolaşmasının toplum için ne denli zararlı olduğunu bir düşünün."

"Bazı insanlar dar görüşlü, kirli ve ikiyüzlü olduklarının ayırdına varana dek kendilerini özel sanabilirler."

"Çok şık bir bayan bir yandan bana sandviç ikram ederken diğer yandan çok şık bir beyle anal mazoşizm hakkında sohbet ediyordu. Sanırım bu kadar modern, tertemiz ve işlevsel eşyalar arasında, bu kadar şık bir bay ve bayanın cinsellik ve sidikle ilgili sözcükler kullanarak konuşmalarıydı gülünç bulduğum."

"Beni anlama olasılığı bulunan tek bir kişi vardı aslında. Ne yazık ki onu öldürdüm."

18 Ocak 2011 Salı

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim-Joanna Greenberg

Deborah, Amerikalı bir Yahudi. Bunu bir damga gibi taşımış hep üzerinde. Okulda, yaz kamplarında. Evde, bunun getirdiği baskı ise başka bir boyutuyla çıkmış karşısına. Ergenlik dönemini bir akıl hastanesinde geçirmesini, onu ele geçiren Yr krallığının bir zamanlar kraliçesi olup sonra düşmanı olmasını, var olmayan bir tümörün verdiği acıyı, var olmanın verdiği acıyı, dünyayı reddetmesini bununla ilişkilendirmiş Greenberg.

Kitaba dair söylemek istediğim bir şey var; ama o zaman her şeyi söylemiş olacağım için bahsedemiyorum ondan. O halde; sadece çok güzel, bence okuyun diyeyim. Bilhassa bir şizofrenin neler yaşayabileceğini merak edip güzel bir dille okumak istiyorsanız.

"Deborah Blau, birden özgürlükten koptu, tepeüstü yuvarlanarak çarpışan iki dünyanın arasında kalıp paramparça oldu. Daha önceleri ve hep olduğu gibi, garip biçimde sessiz bir parçalanmaydı bu. Çok canlı bir varlık olduğu dünyada, gökyüzündeki güneş ikiye bölündü, toprak infilak etti; Deborah'nın gövdesi parçalandı, dişleriyle kemikleri çatlayıp darmadağın oldu."

"'Tulumdayken gözüne bir saç telinin girdiği oldu mu hiç?' diye sordu Deborah. Zaman zaman gözüne bir saç teli ya da toz girdiği zaman çektiği sıkıntılar gelmişti aklına. İnsan ellerini uzatamayınca, bu lanet olası küçük rahatsızlıklar dünyanın en büyük sorunu haline geliyordu.
"Ben kendim gözümün içindeki saç teliyim" dedi Helene sakin bir sesle, "sen de öylesin."

"Deborah'nın yetiştiği yer ve dönemde, Amerikalı Yahudiler kısa bir süre önce Avrupa'dan kaçmalarına neden olan savaşların aynını sürdürmek zorunda kalmışlardı. Sonra, Nazilerin Avrupa'nın her yanına yayılıp nefretlerini Amerika'da da haykırmalarıyla doruğa ulaşan yeni savaşlar ortaya çıkmıştı."

"Yahudilerin kendilerine özgü bir hoşgörüsüzlükleri var. Yahudi olmayan hiçbir insanı doğru düzgün tanımadım ben ve Yahudi olmayan birine en ufak bir güven bile duymadım hiç."

"İnsan kaçık olunca, kaçık bir Yahudi ya da kaçık bir putperest olmuş hiç fark etmiyor."

"Daha az kuruntulu olsam arkadaş edinmenin daha kolay olacağını söylüyorlar, ama söylemesi kolay tabii. Doktorların hiçbirinin, insanın alnında kocaman bir lekeyle yeni bir topluluğa girmeye çalışmasının ve bu topluluğun ilk başta duyduğu acıma ve marazi bir hayranlık nedeniyle onu kabullenmesinin nasıl bir şey olduğunu bildiğini hiç sanmıyorum."

"Dışarıda korkunç bir yalnızlık oluyor. Hepsi bu."

16 Ocak 2011 Pazar

Acımak- Reşat Nuri Güntekin

Anadolu'ya yabancı olup da Anadolu hikayeleri yazan Reşat Nuri Güntekin'den bir kitap daha. Yine İstanbul'dan kaçış, yine bir öğretmen var. Dahası yine günlük okunarak her şey açığa çıkıyor. Hiçbir eksiği yok.

"Küçükken çok dindar bir çocuktum. İstanbul'un büyük camilerine gider, muhteşem mihraplar karşısında gönlüm huşu çırpıntıları, gözlerim vecit yaşlarıyle dolu dua ederdim.
Şimdi, önümdeki bu küçük memuriyet masası beni aynı vecit ve huşu ile sarsıyor, gözlerimi yaşla dolduruyor. Camide kendimi Allah'ın muhteşem gözü karşısında hissederdim. Burada büyük millet asil ve mağdur çehresiyle bakıyor, ıslak gözleriyle yardım istiyor zannediyorum ve bu beni evvelkinden derin ürpermelerle sarsıyor, sarsıyor."

"Mey neş'eye de hüzne de mahsus değil ama;
Erbab-ı gamı belki tez öldürmek içindir."

"Uğranılan haksızlıklar ve hakaretlere koyun gibi tahammül etmek insanlığın başlangıcıdır evlat. Daima söylerim ya... Toysun. Bu hayatta nezaket sökmez. Çaresiz alışacaksın."

6 Ocak 2011 Perşembe

Sevgili Arsız Ölüm-Latife Tekin

Latife Tekin'e dair bir şey yazarken saçmaladığı röportajlarını düşünmeden edemiyorum. Sen hem güzel bir köy/göç romanı yaz, geleneği bu kadar iyi anlat, hem de böyle "rastalı kız" cümleleri kur.

Latife Tekin'i ayrı tutup kitaba dair söyleyeceklerimi söyleyeyim. Benim de ailemden dinlediğim, biraz gerçeküstü hissi veren hikayelerle köyde başlayıp şehirde devam eden bir roman. Tasvir ve diyalog olabildiğince az. Şehre göçtükleri yerde hikaye tıkanıyor, ama toparlanıyor sonra. Belki anlatılanların tanıdık gelmesi sevmemi sağlamıştır. Emin değilim. Türk romancıları arasında farklı sayılabilecek bir dili olduğu için en azından, okunabilir.

"O kıştan sonra dili bağlanan nişanlı kızlar, taze gelinler işaretlerle konuştu. Köylüler, kızlarını gelinlerini düştükleri bu dertten kurtarmak için, tez elden en derin hocaları bir araya topladılar. Ama hocalar kitapta dil bağlanmasının yerini bulamadılar, bu derdin karşısında çaresiz kaldılar.
Gelinler, kızlar konuşmaktan umut kesilince yaşmaklarını sıkı sıkı ağızlarını örtecek biçimde bağladılar. Bir zaman durup durup göğüslerine vura vura ağladılar. Sonra sonra işmarla konuşmanın kolayını aldılar. Kırk türlü baş sallayıp kaş oynatmaya, göz süzüp elleriyle çeşit çeşit işaret yapmaya başladılar.
Akçalı'da nişanlı kızların, taze gelinlerin dilleri bağlandıktan sonra dertlerini anlatmak için buldukları yola "gelinlik etmek" dendi. Bu yakıştırmayı yedi köy beğendi."

"O Perşembe, Halit ile Zekiye'nin bayrağı dikildi. Bayrağın ayyıldızına elma takıldı. Elmaya tabancalar atıldı. Kadınlara ahırda, erkeklere bahçede düğün yeri kuruldu. Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı çalgıcılar tutuldu. Dizgeme'den Akçalı'ya semah geldi. Akçalı'dan Dizgeme'ye kalıniçi gitti. Dizgeme'de gelin ağlatıldı. Akçalı'da damat oynatıldı. Köyün delikanlıları Süslü Sami'yi damada sağdıç ettiler, damadın koltuğuna girdiler. Bir yandan, gelinlik kızlara ayna tuttular, işmar ettiler, bir yandan topluca aptes alıp camiye gittiler, ilahi söylediler. Dizgeme'de kına gecesi Zekiye'ye kahkül kestiler, kaşlarına fıstık karası çektiler, yanaklarını alladılar, ellerini kınaladılar. Bahşiş çağrılmadan gelini de damadı da ortaya çıkarmadılar. Cumartesi akşamı, Zekiye ağlaya ağlaya Halit'e gelin geldi. Halit dama çıktı. Gelinin başına çerez, bozuk para saçtı. Çocuklar paraları kapıştılar."

"Cinlerin yerin yedi kat altındaki evlerinden, istedikleri zaman yeryüzüne çıktıklarını, insanlarla bir, onların gözüne görünmeden yatıp kalktıklarını, aynı kaşıktan yemek yeyip aynı kaptan su içtiklerini bildiğinden, sonunda cin olduğuna karar verdiği öğretmeninin de Akçalı'da olduğunu, kimsenin gözüne görünmeden okula gidip geldiğini düşünmeye başladı. Cinlerin insanın gözüne ancak, onların üstüne işendiğinde, ayaklarına kaynar su döküldüğünde, eşikleri besmelesiz atlayıp besmelesiz yatıp kalkıldığında, helada Allah'ın adını anıp dua okunduğunda göründüklerini duyduğundan, öğretmenini görmek için onu kızdırmanın tek yol olduğuna karar verdi."

"Ondan, donunda kırmızı bir leke görür görmez hemen koşup kendisine haber vermesini istedi. Kızına, bu işaretin haberini alır almaz kendisine sıkı bir tokat atacağını, bunun adet olduğunu söyledi. Uzun uzun annelerine gelip kırmızı işaretlerini haber vermeyen kızların kötü yola nasıl düştüklerini anlattı. Annelerin tokat atmasının şart olduğunu, bu tokatın kızları kötü yola düşmekten koruduğunu haber edip, "Sakın ağlama." dedi.