22 Ekim 2010 Cuma

Kuran-İslamiyet, Atatürk ve 19 Mucizesi-Cenk Koray

Kitabın ön sözündeki tarih Haziran-Temmuz 1994. Bekledim ki 19'un katı olsun. Olmamış.

Cenk Koray, ateistmiş. Dünya Sevgi Birliği ile tanışmış ve inanmaya başlamış. Kitapta birçok konuya değinerek herkesi imana çağırıyor. Özellikle 19 mucizesinden çok ümitli. Hepsi tamam da, onu gören nasıl inanmaz diye hayrete düşüyor. Muhtemelen bu konuları o dönemin tartışmalarından seçti. Kitabın sonundaki röportaj dışında da hep bir cevap verme havasında. Üstelik çok iddialı.

Konu başlıkları:
Evrenin genişlemesi, dünya yuvarlak, petrol, dünya dönüyor, polen tozu, oksijen, yörünge, takvim, elektrik, çekim kanunu, güneş ve ay, uzaya yolculuk, evrenin dengesi, parmak izi, aya gidiş ve ay üssü, 19 olayı, Hz. Muhammet'in ümmiliği doğru mu, neden birden fazla kitap, Hz. İsa'nın yeniden gelişi ile ilgili ayet ve hadisler, Kuran'ın diğer kitaplardan farkı, insan maymundan mı geliyor, cennet cehennem nedir, dört kadınla evlenme, hangi din üstündür, gerçek din, tesettür, türbelere adak adamak, mevlit, Kuran tercüme edilebilir mi, domuz eti yenilebilir mi, Hz. İsa çarmıha gerilmemiştir, demokrasi ve İslam, kader, gıybet, İsa babasız mı doğdu, büyü var mı, ruh bilim, reenkarnasyon: yeniden ete girme, bilim ve Kuran.

Bir yerlerde bulursanız göz gezdirin.


"Ben Allah'a inanmıyorum.
Gerçeklere inanılmaz.
Gerçek bilinir ya da bilinmez.
Ankara'nın Türkiye'nin başkenti olduğuna inanıyor musunuz yoksa bunu biliyor musunuz?
Dolayısıyla Allah'a inanmak da söz konusu olamaz. Allah bilinir ya da bilinmez."

"Tarihe bakarsak bir gerçekle karşılaşırız:
Bilim neyi bulup ortaya koymuşsa, Hristiyanlık buna karşı çıkmıştır. Dünya dönüyor diyenleri öldürmeye kalkmışlar, dünya yuvarlak diyeni işkenceden geçirmişlerdir."

"Q harfiyle başlayan iki sure var."

"Acaba Allah imzasını neden 19 olarak atmıştır? Akla ilk gelen, bir kere Allah'ın birliği ve bölünmezliğidir. Nitekim 19 rakamı da kendisinden başka hiçbir rakama bölünemez. Ayrıca 1 en küçük, 9 ise en büyük rakamdır."

"Oysa işin doğrusu, eğer bir insan gerçekten Allah'a yürekten bağlı ve Hz. Muhammed'in getirdiği dine gönlünü açmışsa, mutlaka Atatürk'ü baş tacı yapmak ve onun ilke ve inkilaplarına sahip çıkmak zorundadır. Çünkü Mustafa Kemal bizim gibi rastlantıyla Türkiye'de doğup yaşamış bir insan değildir. O, Allah katından görevli olarak Türkiye'ye yollanmış, belli bir misyonu yerine getirdikten sonra Hakkın rahmetine kavuşmuştur. Görevli olduğuna nereden hükmediyoruz? Ata'nın hayatında 19'lar egemendir.

Atatürk 1881 yılında dünyaya gelmiştir. (19x99=1881)
1938 yılında ölmüştür. (19x102=1938)
57 yıl yaşamıştır. (19x3=57)
Atatürk, 19. yüzyılda 19 yıl yaşamıştır.
Atatürk, 19. yüzyılın bitmesine 19 yıl kala doğmuştur.
19 Temmuz'da mareşal olmuştur.
Atatürk'ün ilk askeri görevi, 19. kolordu komutanlığıdır.
Mustafa Kemal Atatürk adına üç aşamada kavuşmuştur. Fakat ilginç olan, adındaki harf sayısının 19 olmasıdır.
Atatürk, Türkiye'yi kurtarmak için Samsun'a hareket etmiş ve Anadolu'ya 19 Mayıs 1919'da ayak basmıştır.
Bandırma vapurunun yolcu sayısı 19'dur.
Atatürk'ün tarihe geçmiş iki önemli sözü "Ne mutlu Türküm diyene." ve "İstikbal göklerdedir." cümleleri de 19ar harften oluşmaktadır."

Çavdar Tarlasında Çocuklar-J.D. Salinger

Daha önce şunu okumuştum. O nasıl berbat bir çeviri idi. Bunu da beğendiğimi söyleyemiyorum; ama diğerinden daha iyi kesinlikle. Coşkun Yerli çevirmiş.

O kadar övdüler, o kadar övdüler ki bu kitabı amaaan diyesim geliyor. Yine de Holden tam bir ergen olduğu için ergen yanım kitabı beğenmek istiyor.

"Benimle Jitterbug yapmaya başladı; ama güzel güzel, sakin sakin, ölü gibi değil. Gerçekten de iyi dans ediyordu. Tek yapacağınız ona dokunmaktı. Her dönüşünde o küçük, güzel poposu öyle titreşiyordu ki. Beni mahvetti. Gerçekten. Yerimize oturduğumuzda ona yarı yarıya aşıktım artık."

"Sonra gitti. Denizci herifle ben birbirimize, tanıştığımıza  olduğumuzu söyledik, ki böyle, tanıştığıma hiç memnun olmadığım kimselere, durmadan, "Tanıştığımıza memnun oldum." demek beni öldürüyor. Ama, hayatta kalmak istiyorsanız, ille de bu zırvalıkları söylemek zorundasınız."

"Neyse, temiz bir gömlek çıkarıp onu giyerken düşündüm de, bu benim için büyük bir fırsattı, bir bakıma. Fahişe olduğuna göre, onunla deneyim sahibi olurum diye düşündüm, evlendiğimde falan yararı olurdu."

"Onun için pek deli divane olduğum falan yoktu, ama yıllardır tanıyorduk birbirimizi. Eskiden onu pek akıllı sanırdım, o aptallığımla tabii. Öyle sanmamın nedeni; tiyatro, edebiyat ve bütün bu zırvalıklar üzerine çok şey bilmesiydi. Birisi bu konularda pek çok şey biliyorsa, onun aptal olup olmadığını anlayabilmeniz epey zaman alıyor."

"Önemli bir şey değil, ama birinin elinden ucuz cinsten bir bavul gördüm mü, tepem atıyor. Bunu böyle söylemek felaket ayıp bir şey, ama elinde ucuz çantayla dolaşanlardan bile nefret ediyorum."

"Bana ait her şey felaket burjuva idi."

"O rahibeleri bu yüzden sevmiştim. Anlıyordunuz, her şeyden önce, öyle hiçbir zaman öyle şatafatlı yerlerde yemek yemezlerdi. Onların hiçbir zaman şatafatlı bir yerde yemeğe gitmediklerini düşününce felaket üzüldüm."

"Bir sürü okul çoktan tatile girmiş, millet evine gelmişti, yaklaşık bir milyon tane kız oturarak veya ayakta, buluşacakları oğlanların gelmesini bekliyordu. Bacak bacak üstüne atmış kızlar, bacak bacak üstüne atmamış kızlar, felaket bacaklı kızlar, rezalet bacaklı kızlar, harika görünen kızlar, bir tanısanız ne orospu olduğunu bileceğiniz kızlar. Gerçekten güzel bir manzaraydı beni anlıyorsanız eğer."

"Bir kız sizinle buluşmaya geldiğinde felaket güzelse, kimin umurunda; ha geç gelmiş, ha erken gelmiş, yani?"

"Film sahtekarlaştıkça o daha da fazla ağladı. Kadının felaket iyi kalpli biri olduğu için böyle ağladığını filan düşünebilirsiniz, ama ben onun yanında oturuyordum, değildi. Yanında küçük bir çocuk vardı ve felaket sıkılmıştı. Çocuk helaya gitmek istiyordu, ama o götürmedi çocuğu. Ona, ses çıkarmamasını, uslu durmasını söyledi durdu. O kadın ancak lanet bir kurt kadar iyi kalpli olabilirdi. Sinemalarda böyle sahtekarca zımbırtılara deli gibi gözyaşı dökenlerin yüzde doksanı aslında kötü kalpli, aşağılık insanlar. Şaka demiyorum."

"Bak ne diyor: Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir."

Sultan Murat- Cengiz Aytmayov

Sultan Murat, Mırzagül'ü seviyor. Bir de savaşa giden babasını, hasta annesini, kardeşlerini, babasının atı Çabdar'ı.

"O günlerde içinde bulunduğu bu duruma ne ad vereceğini henüz pek bilemiyordu. Bu, olsa olsa, başkalarından duyduğu ve kitaplardan okuduğu "aşk" denen şeydi. Bunu seziyordu. Askere giden yiğitler kaç defa ona bir mektup vermiş, bunu bir kıza ya da genç bir kadına vermesini rica etmişlerdi ondan. O da bu gizli görevi gururla yerine getirmişti. Kimseye de tek kelime çıtlatmış değildi. Boşboğazlık yakışır mıydı erkek olana! Hatta bir keresinde uzak akrabalarından biri olan Camankur için aşk mektubu bile yazmıştı. Camankur gençti ama okuma yazması yoktu. Koyunların peşinden ayrılamadığı, dağdan dağa göçüp durduğu için okula gidecek zamanı olmamıştı. Askere giderken o da yavuklusuna bir mektupla sevgisini dile getirmek, "Sağlıkla kal." demek istemişti. Çünkü geleneklere göre, bir delikanlı genç bir kızla evleninceye kadar konuşmazdı."

"En sonunda kararını verdi. Mektubuna Aşıktık Kat (Aşk mektubu) başlığını yazdı. Kime yazıldığını da "Bu avılda  yaşayan ve güzelliğinin nuruyla evini aydınlatan M.'ye" hitabı ile belirtti. Yazmaya devam ederek pazarda binlerce insanın karşılaştığını ama ancak birbirlerine el uzatanların el sıkışıp selamlaştıklarını söyledi. Camankur için yazdığı mektuptan hatırladığı bir cümleydi bu. Sonra, bütün hayatını son nefesine kadar ona adayacağını ve daha birçok şeyler söyledi. Mektubunu yine Camankur'un dizeleri ile bitirdi:

Aksay, Göksay, Sarısay... Dolaştım bunca diyar,
Bulamadım, bulamadım oy! Senin gibi yar..."

Cemile-Cengiz Aytmatov

İlk Aytmatov okumam bununla olmuştu. Hangi yayın evi olduğunu hatırlamıyorum ama Sultan Murat ile birlikte idi. Yine öyle okumam gerektiğini düşündüm. Bu kez ayrı ayrı; ama art arda okudum. Elips Yayınlarını da hiç sevmedim.
Cemile'yi yine sevdim. Üstelik yine içim kıyıla kıyıla okudum. Askerdeki kocasından gelen mektuplarda ona bir şeyler yazılmış olsun istedim. Danyar ile kaçıp gittiklerinde onları arayanların yanlış yöne gitmesine sevindim.

"Daha bu yaşta gece gündüz çalışmaktan canı çıkan bu çocuğa yiğit diyorsunuz ha! Bizim yiğitlerin, o sevgili evlatlarımızın nerede olduğunu Allah bilir. Şimdi evlerimiz terk edilmiş bir oba gibi ıssız kaldı."

"Söylentiye göre bir ilk bahar günü at yarışında Sadık, Cemile'yi geçememiş, bu ona pek ağır gelmiş ve bu yüzden Cemile'yi kaçırmış."

"-Allah'a şükür, diyordu, iyi bir eve, hayırlı bir yuvaya düştün. Burada mutlu olacaksın. Bir kadını mutlu eden şey çocuk doğurmak ve bir evde bulunması gereken şeylere sahip olmaktır. Allah'a şükür biz ihtiyarların kazandığı her şey size kalacak. Bunları mezara götürecek değiliz. Yalnız, şunu bilmelisin ki, mutluluk ancak namus ve haysiyetini koruduğun sürece vardır. Bu sözümü sakın unutma."

"Bütün mektupları bir sürünün koyunları gibi birbirine benzerdi: Her zaman "sağlığımla ilgili haberler" diye başlardı mektubuna. Sonra yine her zamanki gibi "Bu mektubu posta ile güzel kokulu yeşillikler içindeki Talas'ta oturan aziz ve pek sevgili babam Colçu-Bay'a gönderiyorum. Bundan sonra benim annem sonra kendi annesi sonra da hiç şaşmayan bir sıra ile bizler gelirdik. Bu sıralama bittikten sonra kabilemiz aksakallarının, yakın akrabaların sağlık durumları, hatırları sorulur, en sonunda da Sadık aceleyle ilave edilmiş küçücük bir cümle ile "Ve karım Cemile'ye de selam ederim." der, mektubunu bitirirdi."

"Cemile'nin üçe katlanmış mektubu her alışında kızardığını görürdüm. Satırlara hızlı hızlı göz gezdirerek okurdu mektubu. Ama sonuna yaklaştıkça omuzları iyice çöker, yanaklarının ateşi yavaş yavaş sönerdi. İnatçı kaşlarını çatar ve son satırları okumadan, mektubu, ödünç alınan bir şeyi iade ediyormuş gibi soğuk bir ilgisizlikle anneme verirdi."

18 Ekim 2010 Pazartesi

Muhaderat-Fatma Aliye




Kendi ismini ilk kez kullandığı eser bu imiş Fatma Aliye'nin. Nedenini anlamaya çalıştım.

Bu aralar hangi kitaba elimi atsam seksizmden zehirlenip ölecek gibi oluyorum. "Bu ne biçim dünya!" isyanlarına başlıyorum. Fatma Aliye, kendince bir çaba içindeymiş aslında buna karşı. Yine de gelenekten kopamadığı için bir türlü bu çaba minik adımlara denk geliyor. Bu kitapta da onun kendi hayatında yapmaya çalıştıklarını biraz da idealize edilmiş haliyle Fazıla'da anlatmış.

Kitapta ne olduğunu anlatınca kendinizi bir Türk filmi anlatılıyor gibi hissedebilirsiniz. Çok kısaltılmış bir şekilde anlatacağım için şanslısınız.
Fazıla'nın annesi ölüyor. Babası Sai Bey, kızı Fazıla ile oğlu Şefik'e nasıl bakacağını bilmiyor. Kendisinden 17 yaş küçük Calibe ile evleniyor. Calibe bir cadı ki, sormayın. Ne kötülükler yapıyor. Tam bir kötü üvey anne. Sai Bey'i ikna edip erkek kardeşi ile amcasının oğlu ve aynı zamanda sevdiği kişi olan Süha'yı da eve getiriyor. Süha aslında hiç fena şeyler düşünmüyor. Calibe, onu bir şekilde kandırıp yola getiriyor. Süha, Calibe'yi sevse de bir yasak aşk pişmanlığı yaşıyor. Üstelik, Fazıla'ya aşık oluyor. Fazıla, komşuları Münevver Hanım'ın oğlu Mukaddem Bey'le nişanlı. Ona karşı sevgiden çok minnet duyuyor. Mukaddem ise deli gibi aşık. Calibe, Münevver Hanım'ı istemiyor, Süha ise Mukaddem'i. Çeşitli hilelerle Fazıla'yı ondan ayırıyorlar. Fakat Fazıla Süha'ya da yar olmuyor. Babası onu Remzi'ye veriyor. Remzi tam bir görmemiş. Üstelik cimri. Fazıla, kocası olduğu için onu seviyor. Hem de nasıl sevmek. Remzi ise karşılık vermiyor bu sevgiye. Oysa Fazıla nasıl da güzel bir kadın. Remzi'nin gözü hep dışarıda. Fazıla'nın bir gün gözü açılıyor. Remzi'yi artık sevmiyor ve onun yaptıklarına dayanamıyor. İntihara karar veriyor. Kardeşine olanları yazıp deniz kenarına gittiğinde birden vazgeçiyor. Böyle bir şeyi düşünmüş olmak bile üzüyor onu. Kaçıp kimliğini gizlemeye karar veriyor. Yanlarında kiracı olarak kaldığı ailenin oyununa geliyor ve cariye olarak satılıyor. Onu satın alan aile Beyrut'a giderken onu da kızlarının dadısı olarak götürüyor. Beyrut'ta iken dadılık ettiği iki kızdan biri aşık oluyor. Allahım! O da ne! Aşık olduğu adam Mukaddem. Mukaddem, yanında bir doktorla birlikte Fazıla'nın ölümüne üzülerek verem olduğu için Beyrut'ta dinleniyor. Fazıla, yeni adıyla Peyman, Mukaddem'i ikna edip dadılık ettiği Enise ile evlenmeye ikna ediyor. O sırada dadı olduğu evin oğlu Şebib de Fazıla'ya aşık oluyor. Fakat Fazıla hala Remzi ile evli olduğu için bu aşka karşılık vermiyor. Neyse ki Remzi ölüyor da bu dertlerin hepsi bitiyor. Dadılık yaptığı diğer kızı da kardeşi ile evlendirip mutlu oluyor. Özet geçtim.

"Fazıla, Remzi için cevaplandırılması çok zor olan bir soru sormuştu. Remzi, "sevmek" ne demek olduğunu bilmiyordu ki Fazıla'ı sevip sevmediğini bilsin!.. Aklına gelip de şimdiye kadar Fazıla'ya hiç "Seni seviyorum." dememişti. Şu seviyorum kelimesi ne acayip kelimedir. Ne kadar çok söylenirse söylensin eskimez! Anlamını yitirmez! Modası geçmez! Bir bedbahtın saadetine, bir aşığın felaketine sebep olabilir. Kimini canına kıydırır, kimini mutluluk içinde yaşatır. Nice defalar yalan yere söylenmiş, sahtekarların işine yaramış, nice masumların baştan çıkarılmasına hizmet etmiş, binlerce vaadin yerini tutmuş da hala bu söze itibar ediliyor. Her yerde söylenip duruyor hala bir aşığın yüzünü güldürüyor. Bir bedbahtı bahtiyar ediyor. Her gün, her an, her dakika bir yerlerde etkisini gösteriyor."

*Bir de bu var.

17 Ekim 2010 Pazar

İklimler- Andre Maurois

Kitabı çok sevdim. Sevmemde en büyük etken -muhtemelen- çevirisi idi. 1946'da Hamdi Varoğlu çevirmiş. 

Philippe diye bir adam. Zengin, şımarık, kendini beğenmiş. Kadınlara pek kötü davranıyor. Bir gün Odile'e aşık olup gününü görüyor. Artık aldatılmak mı dersiniz, hakir görülmek mi... Odile'den sonra kendisini çok seven bir kadın görünce yine eski haline dönüyor. Sana her şey müstehak Philippe. RIP demek istiyorum, diyemiyorum.


"Kadınların vücutlarını teslim edişleri gibi, erkekler de ruhlarını, kuvvetle müdafaa edilen, ard arda bölgeler halinde teslim ederler. Ben, en gizli kıtalarımı, birbiri ardına savaşa sürdüm. Sığınaklarında sıkıştırılan gerçek hatırlarım teslim olacaklar ve gün ışığına çıkacaklar."

"Kadınlara pek az değer vermeli, fakat onlara baktıkça mütehassis olmalı ve bu kadar naçiz şeyler için bu derece güzel duygular beslediğimizden dolayı kendimizi takdir etmeliyiz."

"Hakkımda sert hüküm vermeyiniz. Öyle sanıyorum ki birçok gençler benim gibi çabucak bir metres, yahut çok göze çarpan bir kadın bulmak bahtiyarlığına eremezlerse, adeta zaruri olarak bu mağrur bencilliğe düşüyorlar. Bir sistem peşindedirler. Kadınlar, bu gibi teşebbüslerin hoş olduğunu insiyakla bilirler ve bu gençlerin peşinden adeta gönül rızasiyle giderler. Arzu, bir müddet aldatır, sonra, adeta birbirine düşman iki ruhta. önüne durulmaz bir can sıkıntısı başlar."

"Acaba niçin bu derece bir mükemmellik intibaı duyuyordum? Odile'in söyledikleri dikkate değer şeyler miydi? Zannetmem, ama, onda bütün Marcenat ailesi efradında bulunmayan bir şey vardı: Hayattan tad alma kabiliyeti. İnsanları severiz, çünkü, istikrarlı bir kimyevi terkip olmamız için formülümüzde eksik olan esrarengiz bir cevher neşrederler."

"Sevdiğim taraflarınız: Siz
Sevmediğim taraflarınız: Hiç yok."

"Sevdiğim taraflarınız: Sevmediğim taraflarınız."

"Juliette'in sözünü hatırlıyor musunuz, sevgilim?dedi. Fazla yumuşak davrandım, belki de benimle evlenirken, hareketimin fazla hafif olmasından korkarsınız..."

"Bazı modalar, kadınların bütün vücudunu erkeklerin erkeklerin gözünden saklıyarak, şöylece el dokundurulan bir fistana, vaktiyle, nasıl bir değer veriyor idiyse, duyguların utançla gizlenmesi de, ihtirasların mutad alametlerini ruhtan gizliyerek lisanın belirsiz inceliklerindeki değeri ve zarafeti belli eder."

"Nişanlandığımızdan beri, karımın düşüncesi artık benim düşünceme bağlı olduğuna ve devamlı bir intikalle, benim fikirlerimin hep onun da fikirleri olacağına, şuursuz, manasız bir emniyetle inanmıştım."

"-Tuhaf şey, diyordum, sizi az tanıyınca havai gibi görünüyorsunuz, halbuki, sevdiğiniz kitaplar oldukça hüzünlü şeyler.
-Ama, ben çok ciddiyimdir. Dickie, diye cevap veriyordu. Belki ondan dolayı havaiyim. Herkese olduğum gibi gözükmek istemiyorum.
-Bana bile mi?
-Size gözükürüm. Floransa'yı hatırlasanıza."

"Ben yokken neler yaptığını, birçok geveze ve içi gözüken kadınlar gibi, kendiliğinden anlatmazdı. Buna dair bir sual sorarsam, hemen daima müphem birkaç kelimeyle cevap verirdi."

"Onun, bilhassa içinde bulunduğu anı yaşadığını söylemiştim. Mazi ile istikbali, bunları ihtiyacı olduğu zaman icad ediyor, sonra icad ettiği şeyi unutuyordu."

"Farzedelim ki, 1909 Mayısında, Floransa'da, başka bir otele indin. Ömrün oldukça, Odile Malet2nin varlığından haberin olmıyacaktı. Ama, yine de yaşıyacaktın, mes'ut olacaktın. Niçin, tam şu anda, onun mevcut bulunmadığını tahmin ederek hayata yeniden başlamıyorsun?"

"Bunun üzerine Odile'i öptüm. Karşısında öyle karmakarışık hisler duyuyordum ki, bunları bile iyice anlayamıyordum. Odile'den hem nefret ediyordum, hem ona tapıyordum. Kah masum, kah suçlu sanıyordum. Hazırladığım şiddetli kavga sahnesi, dostça, mahrem bir sohbete dönüverdi."

"-Her yaptığınıza teşekkür ederim, dedi.
Sonra, arkasını dönmeden taksiye bindi."

"Hakikat şu ki, bir erkeği, kuvvetle meşgul eden bir iptila, kadınları, en istemediği zaman kendine çeker. Aklı başında bir kadınla olan erkek, yaratılıştan hisli ve yumuşak kalbli de olsa, bigane ve adeta haşin hale gelir. Bedbaht olduğun için, istemediği halde sunulan bir sevgiye kapıldığı olur. Bu sevgiyi tadar tatmaz ondan usanır ve usandığını belli eder."

"Aşkın gözü kördür demek yanlış, doğrusu şu ki aşk, bir insanda her şeyden ziyade değer verdiği, çoğu zaman tarife sığmaz bir şey bulduğuna inanırsa, kusurları ve zaafları pekala görür de bigane kalır."

"-Sizce Solange zeki midir?
-Kadınlığına göre çok zekidir."

"Bir çocuğum, bilhassa bir oğlum olsaydı, ikinci bir Philippe, fakat bu sefer hiç değilse, en az on beş sene için tamamile bana ait bir Philippe olacaktı."

"Kocanız size sadık mı değil? A kuzum hiçbir erkek sadık değildir ki."





14 Ekim 2010 Perşembe

Seksoloji Cinsi Bilgiler Mecmuası

"Çocuklarımızı tenasuli hayatın sırlarını dolambaçlı yollarla ve kendi tecrübeleri ile öğrenmeğe mecbur bırakabiliriz . Bu takdirde memnuniyet verici neticeler elde edemiyeceğimizi kafamıza kat'iyetle koyalım.
Diğer taraftan, hakikate sıkılmadan, karanlık noktalar bırakmadan tercüman olabiliriz. Bu takdirde, çocuklarımız müstehcen konuşmalara şahid oldukları zaman: "Beni alakadar etmez, bu hususta annem, babam beni lüzumu olduğu kadar tenvir ettiler." diyeceklerdir. İşte arzu edilen netice!"

"Kocaya gösterilen soğukluk müşterek aşkın mezarıdır. Buna mukabil bir erkek hiçbir zaman eski metresiyle evlenmemelidir."

"Her hapishanede gayet tabii olarak bir miktar Homoseksüel (Kendi cinsi ile cinsi münasebette bulunma, erkeğin erkekle, kadının kadınla münasebeti.) mevcuttur. Bunlar hiç sıkılmadan, vicdan azabı duymadan müstekreh faaliyetlerine devam etmektedirler. Homoseksüel'ler her yeni geleni merakla tetkik ederler, bir müddet bekledikten sonra cinsiyeti alakadar eden mevzular seçerek mevkufu sorguya çekerler; imtihanın neticesine göre biçare ya Homoseksüel olur yahut da kendi kendini tatmin yoluna sapar ve buna alışır.

Asri hapishaneler seksüel dejenereleri yetiştirmek için mükemmel birer müessesedirler. Mevkufların ekseriyeti kendini kadınsız bir hayata alıştıramadıklarından cinsi duygularını körletmek için cemiyetin takbih ettiği usullere başvurmakta ve bu maksatla bulundukları faaliyeti haklı göstermek için türlü iddia ve bahaneler icad etmektedirler. Açlıktan ölmek üzere olan bir insanın önüne küflenmiş ekmek koyduğunuz takdirde o ret etmiyecek ve yegane ölümden kurtuluş çaresinin  bunu yemek olduğunu idrak ettiğinden tereddütsüzce ağzına atacaktır.

Hapishane duvarları arkasında yapılmadık rezalet kalmaz; ve normal karakterde olan masum insanlar homoseksüel tatbikata faal şekilde iştirake zorlanırlar."

"Bazı medeni memleketlerde kadın hamile kaldıktan sonra nikah kıyılmaktadır. Bundan maksat gelinin kısır olup olmadığının anlaşılmasıdır."

"Erkeğin kadına karşı duyduğu hislerle iktidarının derecesini ölçmek mümkündür. Eşine karşı şiddetli bir arzu duyan erkeğin iktidarsız kalması aşağı yukarı imkansızdır." (Çok iddialı.)

"Erkek ise kudretini kayıtsızca harcamış ve gençliğinde sahip olduğu intiaza hasret kalmıştır."

"Bu hale verilecek en güzel misali, bir erkeğin kadın arkadaşını seçerken bu seçişine amil olan mantıki sebepleri izah edememesinde görürüz."

"Psikoloji çağı olan zamanımızda bile mevzubahis cinsi cazibenin kuvvetini tayinden aciziz."

"Mesela, şimdie kadar, müteşebbis, cesur olan ve en ciddi kararları bile kimseye danışmadan alabilen bir iş adamının birdenbire, birkaç sene içinde şahsiyetinin tamamen değiştiğini fark ederiz. Sanki dinamizmi kaybolur, mütereddid, çekingen, herkesten fikir almadan hiçbir şeye karar veremez olmuştur. Hiçbir işten yılmayan ve enerjisi ile her güçlüğü yenen bu adamın korkuları, şüpheleri ve zihni kompleksleri hayatta edindiği tecrübelerin semeresi veya yaşın neticesi olarak kabul edilebilirse de... eski enerjik iş ve hayat adamının yerini gündelik hayatın kıymetsiz teferruatının sebebleri ile vaktini zehir eden korkak bir adam almıştır. HATTA HİSLERİ KADINDAN  FARKSIZDIR. Prostatını iyi bir tetkikden geçirirsek belki de dişi cinsi hücrelere rastlamak mümkündür."

"Evlenmeden önceki cinsi münasebetler erkeğin aşkını tahrik etmek şöyle dursun, bilakis aksi neticeyi verir. Çünkü işin içine namus meselesi karışmıştır. Zafer bir kere kazanılınca, oyun artık zevk vermez olur. Gayrı meşru bir hale gelmiş olan aşk, bütün cazibesini kaybeder. "

"Kadın erkekten daha mı ihtiraslıdır? Bu sualin cevabını şimdi verecek, sonra da isbat edeceğim: EVET DAHA İHTİRASLIDIR..." (Onlar büyük harfle yazdı diye.)

*Mecmuanın ilk ayı sayısı, Nisan 1949-Eylül 1949 arası

** Diğer alıntılar için buraya, şuraya bir de buna bakabilirsiniz.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Kirpinin Zarafeti-Muriel Barbery

Bir kitaba başlarsınız. Birkaç sayfa okursunuz. Hmm, dersiniz. Başkasının kitabı olduğu için gerisi gelmez. Bu çok sinir bozucudur. Daha sonra bir gün kitap karşınıza çıkar yine. Ne güzel.

Kitabın arkasındaki özeti paylaşayım önce sizinle: "On üçüncü yaş gününde intihar etmeyi planlayan on iki yaşında, son derece zeki ve üstün yetenekli bir kız çocuğuyla, müzik, resim ve felsefe meraklısı, Rus edebiyatı ve Japon sineması tutkunu elli dört yaşında bir kapıcının, kibar bir Japon beyefendisi sayesinde gelişen sıra dışı dostluğunu anlatan Kirpinini Zarafeti..."

Özetlemek, biraz yalan söylemek gibi. Ne dersek diyelim, aslından saptırıyoruz. Yine de "Japon beyefendisi" ifadesinden çok anlaşılmasa benim kitapta hissettiğim Japon sevgisinden bahsetmek isterim. Kitabın on iki yaşındaki kahramanı manga okuyup Japonca öğrenmeye karar verenlerden. Hepimizin böyle arkadaşları vardır, evet. Renee de zaten Japon sinemasını seviyor. Yine de biraz sakin olmalarını bekliyordum Kakuro gelince. "Aaa Japon, ne güzel..." diye sevdiler hemen hiç tanımadan. Sırf Japon diye.

Kitaptaki bölümler sırayla kapıcı Renee ve Paloma'nın ağzından anlatılıyor dönüşümlü olarak. Aşağıdaki cümlelerden de hangisinin kimin olduğunu okuduysanız hemen anlarsınız. Okumadıysanız, bence okuyun. Paloma biraz abartılı. Aslında kitapta kim neyi seviyorsa o abartılı. Ben tabii vasatlığa çok alışmış biri olarak böyle düşünüyor olabilirim. Siz coşkulu bulabilir, sevebilirsiniz. Ya da belki bu kitapta sevdiğim şeyleri sadece ergen yanım sevmiştir ve siz onları da beğenmeyebilirsiniz.

"Ben dul bir kadınım. Ufak tefek, çirkin, tombul biriyim. Ayaklarımda nasırlar var. Kendi kendimi rahatsız ettiğim bazı sabahlara bakarsak, bir mamut gibi soluk alıp veriyorum. Eğitim görmedim. Kendimi bildim bileli yoksul, ölçülü ve önemsiz biri oldum. Kedimle birlikte yalnız yaşıyorum. Tembel, kocaman bir erkek kedi. Kayda değer özelliği kızdırıldığında patilerinin kötü kokmasıdır. Birbirimize benziyoruz; ikimiz de kendi hemcinslerimiz arasına katılmak için pek çaba sarf etmeyiz. Daima nazik olsam da ender olarak sevimlilik gösterdiğimden beni sevmezler, ama yine de bana hoşgörü gösterirler; çünkü  ben toplumsal inancın apartman kapıcılığına dair bir araya getirdiği paradigmaya gayet iyi denk düşüyorum: Ben, yaşamın kolayca çözülebilecek bir anlamı olduğu şeklindeki büyük evrensel yanılsamayı döndüren sayısız çarktan biriyim."

"Belli ki yetişkinler zaman zaman durup yaşamlarının nasıl bir facia olduğunu düşünüyorlar. Ama o zaman da bir şey anlamadan sızlanıp duruyorlar ve hep aynı cama çarpan sinekler gibi, çırpınıyor, ıstırap çekiyor, yıkılıyor, çöküyorlar ve kendilerini gitmek istemedikleri yere sürükleyen olaylar zinciri üzerine düşünüyorlar. Hatta içlerinden en zekileri bu sorgulamayı din haline bile getirirler."

"Hayatın bir anlamı vardır ve bunu büyükler bilir lafı herkesin inanmak zorunda kaldığı evrensel bir yalandır. Yetişkin olup da bunun yanlış olduğunu anladığında artık vakit çok geçtir."

"Renee. Bu bendim. İlk kez olarak biri adımı söyleyerek bana hitap ediyordu. Anne babamın hakaretler ya da gürlemeler kullandığı yerde, açık renk gözlerine ya da gülümseyen ağzına şimdi dikkatle baktığım kadın, kalbime giden bir yol açıyordu ve benim adımı söylerken, o zamana kadar hiç bilmediğim bir yakınlık kuruyordu benimle. Etrafımdaki dünyaya baktım, aniden renklerle süslenmişti."

"Çünkü özünde, bizler, yemek yemek, uyumak, üremek, fethetmek, ve kendi alanımızda güvenlik sağlamak için programlanmış primatlarız. Bu konuda en yetenekli olanlara, içimizde en hayvan olanlara ise daima başkaları sahip olur. Kendi bahçelerini savunmayı, yiyecek tavşan bulmayı ya da düzgün döllenmeyi beceremezken güzel konuşanlar... İnsanlar zayıfların egemen olduğu bir dünyada yaşıyorlar."

"Beni tanımadılar diye tekrarlıyorum.
O da duruyor. Elim hala kolunda.
Sizi hiç görmemiş oldukları için, diyor. Ben sizi her koşulda tanırım."

"Ve siz Kakuro, sevgili Kakuro, bir kamelyanın olabilirliğine beni inandıran siz... Belki de... Belki de siz beni hala güldürecek, konuşturacak ve ağlatacaktınız."

"Ölürken ben ne yapıyordum diye kendime soruyorum. Kalbimin sıcaklığında cevabım çoktan hazır.
Ne  yapıyordum?
Başkasıyla karşılaşmıştım ve sevmeye hazırdım."

"Sonunda kendime hayatın belki de bu olduğunu söylüyorum. Fazlasıyla umutsuzluk. Ama aynı zamanda, güzel bir iki an."

"Canlı olmak belki de budur: Ölen anların ardından koşmak."

2 Ekim 2010 Cumartesi

Güneşi Uyandıralım- Jose Mauro de Vasconcelos

Bir şeyin devamını getirmek zordur. Çoğu zaman bambaşka bir şey yazılır. Bu kitapta da çok farklı değil durum. 

Şeker Portakalı'ndaki Zeze için yeni bir kitap yazalım diye düşünmüşler. Ne yapalım? Zeze'yi büyütelim. Şahane fikir. Zeze çok sıkıntı çekti. Yavrum, yazık ona. Zengin bir ailenin yanına verelim. Zeze, babasının yerine başkalarını koymaya çalışıyordu. Şimdi üvey babası ile ilişkileri üzerinde duralım. Yine de Zeze'nin çok değişmediğini göstermek için, bu babanın yerine de başka bir şey koyalım. Kurbağa. Bu kez portakal ağacı yerine bu olsun. Hem de adı Adam olan çirkin bir cururu kurbağası. O kendini öyle tarif ediyor. Yoksa benim için kurbağa güzel olmuş çirkin olmuş hiç mühim değil. Aileden birileri yerine de evde çalışanları eklersek güzel olur, evet. 


"Koşarak odama gittim. Bedenim hala ter içindeydi. Yatmam ve uzun bir dua okumam, Araf'taki zavallı ruhlar için yeni bir duaya başlamam gerekiyordu. Rastlantıyla da olsa ses yeniden karşıma çıkarsa, ağzını burnunu kıracaktım."

"Yalan söylemeyi sevmiyorum. Çünkü insan ancak kendi kendini kandırıyor."

"Saate bakmak için elini kaldırdı. Büyüklerin bu hep saate bakma tutkuları inanılır gibi değil. Özellikle de her şeyin en güzel olduğu anlarda."







1 Ekim 2010 Cuma

Eminim Şaka Yapıyorsunuz Bay Feynman-Richard P. Feynman

Arkadaşım, çok eğlenceli bu mutlaka oku, dedi. Söz dinlerim.

Feynman, anılarını anlatmış. Ralph Leighton dinlemiş, toplamış. Tuncay İncesu da kitaptan okuduğu birkaç satırla kitabı çevirmeye karar vermiş. Acele etmiş. Çevirirken de acele etmiş olmalı, gerçekten kötü olmuş.

"Meraklı bir karakterin serüvenleri" diyor kitabın kapağında. Önce ön sözleri okudum. Vay be, dedim. Adam MIT'ye, Princeton'a, Caltech'e gitmiş; ama demek espriden anlıyor. Hem ilginç şeyler yaşamış hem de bunların ilginç ve eğlenceli olduğunu anlamış. Çok acayip, diye düşündüm. Adamın ilginç diye anlattıkları hep nasıl bir "nerd" olduğuna dair hikayeler. Otelin mutfağında çalışıyormuş da fasulyeleri doğramak zaman alıyormuş da hemen bir alet yapmış da. Patates için de başka bir alet. Ailesi gece gelip kulaklığını çıkarıyormuş alarm yapmış coca cola kutularından. Üniversitede zeki diye peşinden koşanlar, çözdüğü fizik problemleri ile artan popülerlik... Kitap boyunca böyle bir adamın hayatını niye okuyorum ki ben, dedim. Bana ve benim kafamdaki gerçekliğe ne kadar uzak  bunların hepsi. Bu nasıl yaşam? Bu nasıl bir insan?

Kitap boyunca, bilimin kutsal bir inek olduğuna katılmaktan başka bir şey yapmadım. Hiç de eğlenceli değilmiş üstelik hikayeleri. Adam inek, ne kadar eğlenceli olabilir ki?

"Ama bunu otel işlettiği için kendisini akıllı zanneden bir insana söyleyemezdiniz. O zaman, yenilik yapmanın gerçek dünyada çok zor bir şey olduğunu öğrendim."

(Önce özetleyeyim: Feynman, köpeğinin onun çıplak ayakla bastığı yerleri kokladığını fark ediyor. Sonra yerde emeklemeye başlıyor. Kendi kokusunu almaya çalışıyor. Bununla ilgili fikirlerini bir yerde anlatıyor ve kanıt isteyenler için odadan çıkıyor. Üç kişi üç kitap alıyorlar. Kitapları ve kişileri bulmaya çalışıyor, kitapları tutturuyor. Salondakiler, onun içeride bir işbirlikçisi olduğunu düşünüyorlar.)
"O günden sonra sık sık, bu oyunu kullanabileceğim bir kart hilesi geldi aklıma. Birine ben odada yokken destenin içinden bir kart seçmesini ve sonra yerine koymasını söyleyecektim. Sonra onlara "şimdi ben size onun hangi kartı seçtiğini söyleyeceğim." diyecektim. " (İlahi Feyman.)

"-Neden lisansüstü okula MIT'de gitmen gerektiğini düşünüyorsun?
- Çünkü bilimde ülkenin en iyi okulu MIT.
-Böyle mi düşünüyorsun?
-Evet.
-İşte bu sebepten başka bir okula gitmen gerekir. Dünyanın geri kalan kısmının nasıl okuduğunu öğrenmen gerek.
Ben de Princeton'a gitmeye karar verdim." (Dünyanın?)


"-Çayınıza krema mı yoksa limon mu istersiniz Bay Feynman?
-Teşekkür ederim, ikisini de alırım.
-Heh-heh-heh-heh-heh. Eminim şaka yapıyorsunuz Bay Feynman.
Şaka mı? Şaka mı? Ben şimdi ne cehennemin dibini dedim ki."

"Yorumlar beni çok şaşırttı çünkü bir tuğlaya bunca değişik açıdan bakılabileceğine hayatım boyunca şahit olmamıştım. Olayın sonunda felsefecilerin girdiği tüm tartışmalarda olduğu gibi büyük bir fikir kaosu dışında bir şey olmadı."