28 Mayıs 2010 Cuma

Liz Funk-Supergirls Speak Out

Hep böyle kitaplar okumak istemişimdir. Kitapçılarda görürüm içim gider. İpek Ongun'un kitaplarının bir adım sonrası kitaplar vardır hani kadın dergisi okuyormuş gibi hissettirir. İşte o kitaplara hep kitapçılarda bakıp, asla para vermeyeceğim için bırakır giderim. Kütüphanede görünce biraz güvenim sarsıldı açıkçası kütüphaneye dair ama yine de bulmuşken alıp okuyayım dedim.

Yazarı Liz Funk, yanakları benden daha top top olan tek insan sanırım. Benden dört yaş küçükmüş. Bir sürü yerde yazıyor, konuşuyor olmasına hiç şaşırmadım. Çok klasik ondaki her şey.

Kitabın kapağında bir de böyle diyor: "Inside the Secret Crises of Overachieving Girls"
Kitapta önce bize bir "supergirl" tarifi yapıyor. Her daim güzel, bakımlı, toplum tarafından onaylanan, başarılı kızlar bunlar özetle. Bunda ne var diye düşünüyorsanız böyle olmak için ne kadar uğraştıklarına bakmanız gerekiyor. Uykusuzluk, yorgunluk ve bundan dolayı ilaç kullanmak gibi yöntemlere başvurabiliyorlar. Güzel, zayıf olmak için aç kalanlar, kusanlar bunları da kimse ile paylaşamıyorlar. Mükemmelliklerine halel gelmesinden korkuyorlar. Liz Funk da tombalak olması dışında bir tür "supergirl". Alıntıları gördükten sonra anlayacaksınız ki okumaya değecek bir kitap değil. Ben hepimizin yerine bunu yapmış, tatmış olayım.

"By my junior year I was really tired and I didn't want anyone to know I was tired, so the constant acting was even more exhausting. I was also really struggling with my sexuality, and by the time I was a senior, I had an eating disorder... and noone knew that I was having a hard time and that doing all this stuff was really hard..."

"It's hard because, like, I focus on my schoolwork, so I'm up until 12 at night working and I have to be at school. at 7.30, but I still have to take careof stereotypical girl things."

"She wears a size six shoe, but she's actually a size seven. She just doesn't want to be size seven.It's just that she wants to be perfect -and look it- at all times."

"There is just that constant expectation that girls should be pretty. Like, guys, they can be really hard if they just put on a t-shirt and jeans and go to school. However, for girls, they have to think so much about how they look and put all this effort into it."

"People pay more attention to beautiful women."

"Guys in their teens aren't good at bed at all. Getting worked up feels good, but I don't think anyone expects, like, orgasm or anything."

(En sevdiğim yer) "I spend about an hour every night picking out my entire outfitfor the next school day. I'll lay it out and look at everything and make sure it's perfect. I like looking really nice... And the other problem is, the second you start to become pretty, people think you're dumb or they assume you're less smart. It's like, if you're nice to look at, you're just an eye candy."

Nihad Sâmi Banarlı-Türkçenin Sırları

Ortaokula henüz başlamıştım ki bu kitap çıktı karşıma. O zaman bunu okurken ne düşündüğümü çok net hatırlamıyorum. Muhtemelen Oktay Sinanoğlu ile henüz tanışmadığım için ve okuduğum diğer kitaplar da çok farklı olmadığı için aşağıdaki alıntılarda görecekleriniz ve benzerlerine çok takılmadım. Şimdi tekrar okurken çok eğlendim açıkçası. Bir de bu kitabı okumak için raftan alırken şöyle bir diyalog geçti arkadaşımla aramızda:
-Bu ne?
-Türkçenin Sırları
-Türkçenin sırları mı varmış?
- (gülümsüyorum)
-Neymiş?
-(gülümseyemiyorum)

"Şu fânî dünya  saâdetleri içinde hiçbir şey, aziz Türk çocuklarına Türk dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir."

"Bizim tarihimizde: Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Daha deniz, daha ırmak istiyoruz! Yurdumuzu öylesine büyütelim ki gök kubbesi ona çadır, güneş de bayrak olsun! diyen Oğuz Han; yine böyle bir hitabeyle, kendisine isyan etmiş bir orduya Çaldıran gibi zafer kazandıran Yavuz Sultan Selîm ve daha nice cihangirler, bu tarihî zaferlerini, birçok da kütlelere söz söyleyişlerindeki inandırıcı lîsana borçludurlar."

"Meselâ Türk ırkı, eski Asya topraklarında bir ordu milletti. Milyonca at besleyen, at üzerinde yaşayan, at üzerinde ölen Türklerin uzun konuşmaya vakti yoktu. Yaşanılan bozkır iklîminin sertliği de buna imkân bırakmıyordu. Onun için, Türkçede Gel! Git! Var! Kır! Çık! İn! Koş! Dur! gibi, tek heceli cümleler sesleniyordu."

"Her dil imparatoluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz. Bunun için büyük millet olmak, hatta büyük millet olarak yaratılmak lâzımdır."
"Şimdi sen, mâdemki bu tarihin çocuğusun; eski zafer ve şeref asırlarının bugünkü evlâdısın!.. Atalarının sana miras bıraktığı her güzel şeyi seveceksin!..Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle seveceksin!.. Ataların bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçe'dir. Onu olur olmaz kaprislerle yıkamazsın! Seni yıkmak için önce onu yıkmanın lüzuuna inanan düşmanlarının yardımcısı olamazsın!.. Bu dili seveceksin!.. Hem de her hâliyle sevecek ve koruyacaksın!.. Türkçe nasıl sevilir?"

"Biz asla unutmamalıyız ki Türk dilinin son inkılâbı, Atatürk'in sarıldığı hamledir. Bu hamlenin de son noktası, o inkılap içinde yine Atatürk'ün yükselttiği görüştür. Bu görüş, Atatük'ün ölümüyle bıçak gibi kesilen ve terkedilen Güneş-Dil teorisiyle ifade edilmiştir. Bu teori, Türkçeyi, Türkçeleşmiş her sözü Türkçe sayan, şuurlu ve tabîî anlayışa götürmüştür. Atatürk bu anlayış içerisinde ölmüştür. Bu sebeple, aynı anlayış, bize yalnız tarihiizdeki sayısız ataların değil, son olarak Atatürk'ün de mirâsıdır. Çünkü Mustafa Kemal Paşa, çok kısa bir zamanda, çevresindeki sahtekârlardan sıyrılarak, Türkçeyi hakikî aynasında görmüştü. Türkçe budur ve bundan sonra da böyle olacaktır."

"Mesela, aslı Latince olan cultura kelimesinin Fransızcası kültür (culture) fakat İngilizcesi kalçırdır. Kalçır İngilizcedir.
Tıpkı bunun gibi, final kelimesi Fransızca, fakat aynı şekilde yazılan ve aynı manada kullanılan faynıl, İngilizcedir. Fransızcada kestiyon telaffuz edilen kelimenin, İngilizcede kuveşçın ahengine girmesi de böyledir.
Kuvesçın İngilizcedir.
Ve, İngilizcede böyle 90.000 kelime vardır."

27 Mayıs 2010 Perşembe

Murat Menteş-Korkma Ben Varım

Dublörün Dilemması'nı sevdiğimi, daha doğrusu çok eğlenceli bulduğumu biliyorsunuz. Bilmiyorsanız hemen sağdan bulup okuyabilirsiniz. Yalnız Menteş biraz abartmış bu kitabında. Benzetmeleri eğlenceli buluyordum evet ama bu kadarını sıkıcı bulduğumu fark ettim.

Olayları anlatan karakterler sürekli değiştiği için başlıkları iyi takip etmelisiniz bu kitapta. Bunu kim söylüyordu hissine kapılmanız olası. Bir de benim gibi birkaç kitabı bir arada okuyorsanız ve hafızanız da çok iyi değilse "Ne olmuştu ki? Neden böyle dedi şimdi?" gibi cümleler kurabilirsiniz bolca. Neyse ki aynı olayı başkalarının ağzından defalarca anlatıyor da bir kısmını hatırlayabiliyorum böylece. 

Dublörün Dilemması'ndaki Nuh Tufan'ın birkaç kez adı geçiyor, o anlarda girecek mi diye bekliyorum; olmuyor. Hayati Tehlike, Şebnem Şibumi, Fu, Müntekim Gıcırbey, Atom Bombacıyan gibi isimler var bu kitapta da. İsimleri seviyorum itiraf etmeliyim. Kader'in soyadının Güler olmasını, evlendikten sonra Kader Güler-İnşallah olmasını da sevdim mesela. Böyle ilkokulda güldüğümüz türden şeyleri seviyorum yani. Yine de abartmasaymış keşke. 

"İyi yapmışsın. Bir kadına sahip olmak için, ona kendinden başka şeyler de sunmalısın. Bak, yerinde olsam asla evlenmem. Evlenmek erkeğin intiharıdır. Her kadın er ya da geç delirir. Tüm zarif kızların içinde pusuya yatmış bir şişko karı vardır. Nikah defterine imzayı attığın anda, karının metamorfozuna start vermiş olursun. Karın şişmanladıkça sesi de gürleşir. Hayatın boyunca, işsiz kalmış bir porno aktörü gibi hissetmek istiyorsan, o ayrı. " 

"Sen ne hissedersen hisset prensesler terler, kraliçeler geğirir, manken kızlar yellenir. "

"-Saçmalayı bırak. Bir şapkayı beğenince onu kafana çiviyle çakıyor musun?
-Yani?
-Evlenme."

"Tarihî olmayan bir tek an bile yoktur. Fakat uzmanlar bu durumdan doğan sorumluluğu reddeder. Ve tarihin en önemli özelliği, tekerrür etmesidir. Geçmişi bilmek, insanın üstesinden gelebileceği kadar kolay bir iş değil. Bu nedenle tarihçiler kahinlere benzer. Üç çeşit tarihçi olduğu söylenir.: Yalan söyleyenler, yanılanlar, bilmeyenler. Yani tarih ile hakikat iyi geçinemez."

"Son sözlerimi söylemenin vakti geçmek üzere. Şebnem'in otel sabunu gibi küçük kulağına, sessizce "Seni seviyorum" derken, pırlanta yüzüğü parmağına takıyorum. Şebnem aşk coşkusu ve ölüm korkusuyla şoklanmış halde fısıldıyor: "Sevgilim, bu adamlar bizi öldürecek!" Son sözlerime şerh düşüyorum: "KORKMA BEN VARIM!" 

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Albert Camus-Stranger

Ne zaman Albert Camus okumaya çalışsam o kitap uzuyor da uzuyor. İncecik kitap halbuki Stranger. 123 sayfa.

Meursault sinir bozucu bir adam. Annesi ölüyor, cenazeye gittiğinde ona annesini göstermeye çalışanlara hayır diyor. Oturup sigarasını yakıyor, kahvesini içiyor. Bahsedebileceği herhangi bir şey hissetmiyor. O yüzden içtiği kahveye süt kattığından, çok da kötü olmadığından bahsediyor. Bir kız arkadaşı oluyor. Kız onunla evlenmek istiyor. Olur, diyor; fark etmez. Bir arkadaşına saldıran adamlardan birini, adam öylece yatarken vuruyor. Kendini savunacak hiçbir şeyi yok. Ne sorsalar "Bunun ne önemi var?" diyor.

Camus varoluşçuluk akımını benimsemekle kalmayıp yazdığı her satıra serpiştirenlerden. Bu kitapta etkili olan sadece varoluşçuluk değil gerçi. Mersault aynı zamanda determinist ve nihilist. Mersault sinirlerimi altüst eden adam. Bir yerde kendimi ona benzettiğim için daha çok kızdığım adam. Camus'nün emoluğunun ne de güzel yansıması olan adam.

"That evening Marie came by to see me and asked me if I wanted to marry her. I said it did'nt make any difference to me and that we could if she wanted to. Then she wanted to know if I loved her. I answered the same way I had the last time, that it didn't mean anything but that I probably did'nt love her. "So why marry me then?" she said. I explained to her that it didn't really matter and that if she wanted to, we could get married. Besides, she was the one who was doing asking and all I was saying was yes. Then she pointed out that marriage was a serious thing. I said, "No". She stopped talking for a minuteand looked at me without sayinf anything. Then she spoke. She just wanted to know if I would have accepted the same proposal from another woman, with whom I was involved in the same way. I said "Sure". "

"In a low voice he said, "I have never seen a soul as hardened as yours. The criminal who have come before me always wept at the sigt of this image of suffering." I was about to say that that was precisely because they were criminals. But then I realized that I was one too."

"Well, so I'm going to die. Sooner than other people will, obviously. But everybody know life isn't worth living. Deep down I knew perfectly well that it doesn't much matter whether you die at thirty or at seventy, since in either case other men and women will naturally go on living-and for thousands of years. Whether it as now or twenty years from now, I would still be the one dying. "

20 Mayıs 2010 Perşembe

The Intelligent Man's Guide to Women

Böyle iddialı kitap isimlerine bayılıyorum. Bir gün olur da kitap yazarsam okunmasını sağlamamın tek yolu isimden geçiyor. Ya böyle bir isim koyarım iddialı ya da evet-hayır şeklinde cevap verilebilecek bir soru sorar, kitap boyunca da cevap vermem.

Kitabın yazarları kadın muhtemelen: Jane Whitbread ve Vivian Cadden. 1951'de iki kadın tarafından yazılmış bu isimde bir kitapta bulabileceğinizi tahmin ettiğiniz şeyler var. Sık sık bahsettikleri kavram mesela "womanhood". Kitabın birkaç bölümünde kadının kendini neden sokağa attığından, çalışmak istediğinden bahsetmiş. Elektronik aletler çıkalı beri kadın boş kalıyormuş, yapacak işi yokmuş. Gönüllü işler, hafif ve daha kadınsı işler olurmuş tabi. Akıllı bir erkek kadını bunlara yönlendirirmiş. Zaten kadın bunu biraz da "penis envy" sebebiyle yapıyormuş. Amerikan erkeği de kadına bir şey demiyormuş pek; çünkü kadın bir şey yaptığında onu oğlunun babasını taklit ederek yürümesi gibi görüyormuş. Bunları güzel güzel anlatıyor. Sadece, diyor; idare etmeyi bilin kadını.

Kitapki bölümlerden birinin adı: A lot of learning is a dangerous thing. Siz buradan anlayın artık ne olduğunu. İnsanı feminist olmaya zorluyorlar.

"There is no men who does not know all about the women. This means that he absorbed all the cliches, nonsence, pat phrases, and anecdotes that comprise the folklore of the female since Eve; and that he can regurgitate them fluently to anyone who will listen."

"The American man has high standards for everything but marriage. As long as his wife does not run off with another man, commit suicide, develop acute dementia precox, or stab him with the carving knife; he considers his marriage reasonably successful." 




18 Mayıs 2010 Salı

Mothers, Monsters, Whores- Women's Violence in Global Politics

Okuduğum en yorucu kitaplardan biri idi. Kitabın içinde büyük bölüm Amerikan askeri olan, özellikle de Irak'ta "görev" yapan kadınlara dair idi. Akademik bir çalışma olduğu için tarafsız davranılmaya çalışılmış mümkün olduğunca. Yalnız verilen detaylardan Amerikan askerinin zeka seviyesine dair genel bir yargı edinmek çok kolay. Üzerinde çokça durulan üç isim ise benim aklımda isim olarak kalmamış olsa da size tanıdık gelecektir. En azından tıklaranız tanıdık geldiğini göreceksiniz.

Lynndie England: Rolling Stones'un Dangerous Beauty şarkısına ilham olmuş. Görünce hemen hatırlamışsınızdır fotoğrafları ve haberleri. Hatalıyım; farkındayım, demiş yargılanırken 2005'te. Basında en çok erkek arkadaşı ile ilişkisi konuşulmuş. Charles Graner -kendisinden Lynndie'nin bir çocuğu var- Lynndie hakkında bir sürü şey söylemiş. Sapıktı zaten o, manyaktı gibi laflar etmiş. Anlayacağınız üzere hiç aşağı kalır yanı yok.

Sabrina Harman: Lynndie'nin aksine yanlış bir şey yapmadığını savunmuş. Bana verilen emirleri uyguladım. Bir hata varsa da benim değil, demiş. Onun hakkında tanıklar en çok feminen yönüne vurgu yapmış. Bir de lezbiyenliği, partneri olan ev arkadaşı ile ilişkileri çok konuşulmuş. Videolar internetlerde dolaşmış. Lynndie üç yıl ceza alırken  Sabrina sadece 6 ay almış.

Megan Ambuhl: Şimdi Megan Graner olmuş az önce bahsi geçen Charles Graner ile evlenerek. Fotoğraflarını merak ediyorsanız buraya bakabilirsiniz. Abu Ghraib hapishanesinin işkenceci çetesinin bir kısmını oluşturuyor bu üç kadın. Hatta en işkenceci üç kişisi.

Janis Karpinski: Bunun hikayesi daha uzun ve karışık, size bırakıyorum. Yalnız bu son iki isim üniforma olmayınca nasıl da soccer mom görünümünde değil mi?

Bu kısımları okumam tahmin edersiniz ki haberleri okumak, fotoğraflara bakmak ile birlikte hayli uzun sürdü. Bunlardan geriye kalan kısımlarında kitabın diyor ki yazarlar; kadınlara ne oldu da böyle oldu deniyor. Hani kadın yumuşaktı, anneydi derdinde herkes. Kadını bu hale siz getirdiniz. Kadın asker fetişi. Sonra o kadınların kadınlığını yok etme çabası. Erkek gibi savaşsın, duygusal zayıflıklarından kurtulsun dediniz alın bakın böyle oldu.

Daha sonra Çeçenistan'daki "kara dullar"dan bahsediyorlar. Onlara shahidka (kitapta yanlış yazmışlar) da deniyormuş. Kadınların neden bunu yapmak zorunda kaldıklarını biraz uzaktan ve yaban bir bakışla da olsa anlatmaya çalışmışlar. Aynısını Filistinli kadın intihar bombacılarını, El-Kaide'deki kadın militanları anlatırken de yapmışlar. Kadın olmalarından ötürü anlamaya çalışırken, içinde yaşadıkları yaşadıkları coğrafya ve kültüre bakışlarının jeepiyle giderken otobüstekilere ağlayan kadından farkı yok.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Murat Menteş-Dublörün Dilemması

Dedim ki ona; Murat Menteş'in yeni kitabını merak ediyorum, eskisini de unuttum zaten. Sonra bir kutu geldi Türkiye'den. Hem Dublörün Dilemması hem Korkma Ben Varım vardı içinde.

Kitabın taze zamanlarında hevesle elime alışımı hatırlıyorum. Arkadaşım seveceğimi söyleyerek bıraktı elime kitabı. Minibüse binince bir süre kapağına baktım. Onu yeterince beğenince açtım: Cüneyt Arkın'ın "Sıkı Dur Geliyorum" filminden, "Canımın içi böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Sonra "İçindekiler" kısmına baktım. İçindekileri olan, içindekileri okumak bile eğlenceli olan bir roman. Seveceğim, dedim.

Kitapta sanırım en çok isimleri sevdim: Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Umur Samaz, Ferruh Ferman. İkinci olarak benzetmeleri sevdim. Kitap boyunca hep çok eğlendim, keyflendim. Yine okudum, yine eğlendim. Aman yahu özenmiş Palahniuk'tan diyenlere de inanmayın derim. Menteş'i hep özgün buldum. Hep iyi değilse de özgün. Sırf bu yüzden okumak lazım.

"Böylesine yaşlı ve şişman birine, üstelik bir asır önce, Tuğçe adını hangi ileri görüşlü zat vermişti acaba?"

"Ah benim anonim okurlarım; bazen yolda ya da herhangi bir yerde bir tanıdığınıza rastladığınız fakat o esnada kendinizi hazır hissetmediğiniz için ya da başka bir nedenle o kimseyi görmezlikten geldiğiniz vaki değil mi? Peki daha sonra o kişiyi sahiden gördüğünüzü teyit edecek bir araştırma yapıyor musunuz? Hayır, buna gerek duymuyorsunuz. Çünkü daima gözlerinize inanıyor ve nedense kendinize fazlasıyla güveniyorsunuz. Görmeyi reddettiğiniz o kimse ya bir hayalden ibaretse? Ya olmayan birine karşı bilinçli bir körlük içindeyseniz?"

"Zavallı Dracula! Karizmatik vampirin soyu kurumuş! Draculalık babadan oğula değil babalıktan evlatlğıa geçiyor! Taşıma kan ile değirmeni döndürmeye çalışıyorlar. Takma dişli; Bermuda şortu ve Hawaii tişörtü giyen, antika tozu yutmuş, kel ve ağzı sarımsak kokan canavarın albino bir evlatlığa hayır diyemeyeceğini düşünüyorum.Üstelik ben onlar gibi ne işi hafife alırım ne de pişkiliğe vururum. Siyah takımımı ve ütülü pelerinimi giyer, her sabah mahzendeki tabutuma uzanır, sarımsaktan uzak durur, yarasalarla konuşur, dişlerimi sivriltir, güneşten kaçar, geceleri insan avına çıkar ve kan içerim! Vampir yarasalar, dört ayaklı hayvanların kanını emer ve bir çorba akşığı kanla doyarlar; ben iki ayaklı hayvanları tercih eder ve her gün sekiz litre marjını doldururum. Vampir yarasalar, diyelim bir ahıra dalıp bir atın kanını emdiler mi, gelecek sefer yine aynı ata hücum ederler. Ben çeşitleme yaparım, emperyalist bir vampir olurum. "

11 Mayıs 2010 Salı

Wreck This Journal

Okudum diyemeyeceğim. Okunacak çok şey yoktu zaten. Sayfalarda genelde birer cümle oluyordu. Onlar da al bu sayfadan uçak yap, buraya sakız yapıştır, kalem fırlat bu sayfaya, trende ya da otobüste giderken buraya çizgi çek, meyvelerin üzerindeki etiketleri buraya yapıştıri aa bak alışveriş listesi için ne güzel yer, bu sayfayı yırt at gibi cümlelerdi. Videosunu seyredip neler yapıldığını buradan görebilirsiniz.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

C. G. Jung's Psychology of Religion and Synchronicity

Robert Aziz Jung hakkında okuduğum en iyi kitabı yazmamış. En iyilerin arasına girecek kadar da yazamamış. Ben sadece arkadaşlarımı uyandırmamak için sessizce otururken bir şeyler okumalıydım ve elimdekilerin en iyisi o idi. Uyanmaları için iki saat beklediğim için kitabı bitirdim.

Aziz, "eşzamanlılık" teorisini Jung psikolojide ve din psikolojisinde nasıl ortaya koymuş diye anlamaya ve anlatmaya çalışmış. Eşzamanlılığı basit bir örnekle açıklamış önce: Diyelim ki bir rüya gördünüz. Rüyanızda uzun zamandır görmediğiniz, haberleşmediğiniz bir arkadaşınızın geldiğini gördünüz. Ertesi gün ne oldu bilin bakalım? O arkadaşınız çıktı geldi habersizce. İşte eşzamanlılık budur. Mikro evrenle makro evren uyum içinde çalışır. Nedensel olmayan bir bağlantı söz konusudur.

Böyle söyleyince siz de "sır kapısı" hissine kapılıyor musunuz? (Çok okuyanı varmış blogun gibi böyle soru sormak ne eğlenceli yahu.) Ben kapılıyorum da siz de kapılırsanız diğerleriyle birleşelim diye sordum.

Bir de alıntı yapalım: "Synchronicity, it will suffice to say at this early stage, describes the meaningful parralleling of inner and outer events. These events, which by definition are not causely related to each other, one understood to be manifestations of a type of orderedness in nature itself - an accused orderedness, to be sure, that transcends the space and time.

Aziz Jung'un 1950'lerde "Synchronicity: An Accusal Connecting Principle" kitabına dair birçok açıklama yaptıktan sonra Jung'un din psikolojisine dair düşüncelerini aktarıyor. Din psikolojisi kısmında Jung'un Hristiyanlık ve Doğu dinleri (Hinduizm, Budizm, Taoizm) hakkındaki düşünceleri karşılaştırılıyor ve Hristiyanlık bu sebeplerle kötü Doğu dinleri ise nasıl güzel nasıl güzel deniyor. Başka da bir şey olmuyor.
 Bolca bahsedilen Tao Te Ching'den:

"Without going outside, you may know the whole world
Without looking through the window, you may see the ways of heaven
The farther you go, the less you know"

Fatma Aliye: Uzak Ülke

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu uzun zamanını Fatma Aliye'ye ayırmıştı. Araştırmalar, dersler, konuşmalar, nihayetinde bir kitap. Kitabını yayımlamadan önce Fatma Aliye'nin torunu Suna Selen ile görüşmüş. Bu görüşme kitabın sonlarında var zaten. Bir de Suna Selen bu konuda ne demiş diye baktığımda gülmeli miyim üzülmeli miyim bilemedim.
Fatma Aliye'nin elli liralık banknotlar üzerinde yer alması dolayısıyla konuşulmuş Suna Selen  ile. Hiçbir kitabını okumamış anneannesinin. Osmanlıca bilmiyormuş, okuyamazmış. Kitapçıya gidip bakmamış bile olmasını mazur görmek lazım. Bu sebeple belki eserlerine bakılarak onun hakkında karar verilmesini doğru bulmuyor. Yalnızca para üzerinde kullanılan fotoğrafın anneannesinin Almanlar ve Fransızlar gibi başını "art nouveau" üslubuyla örttüğü bir fotoğraf olmamasından memnun. En azından başı açık. Barbarosoğlu'na ise tek söylediği şey anneannesinin feminist olduğu. Eğer bunlar varsa rahat edebiliriz.
Daha önce okuduklarımdan, dinlediklerimden başka olarak bu kitapta her şeyin derli toplu olması hoşuma gitti. Fatma Aliye'nin babası Cevdet Paşa ile ilişkileri, nasıl eğitim aldığı, annesi ve kardeşleri ile yaşadıkları, evlilik hayatı, çocukları ile ilişkileri, aktivist yönü...

Eğer ilk kadın romancıyı merak ediyorsanız bu kitabı okumalısınız. Eğer Osmanlı'nın son vakitlerinde bir kadın, toplumun üst katmanlarında bir kadın nasıl sahip olduklarını kullanmayı, toplumu şaşırtmayı, bir ölçüde değiştirmeyi başarmış, bunları yaşarken kadın olmanın zorlukları bir yana anne olmanın yükünü nasıl kaldır-ama-mış görmek istiyorsanız da bu kitabı okuyun.

"Ben trenden indim. Aynı yerde ve aynı zamanda olanlar birbirlerini hatırlayabilir ya da unutabilir. Ben sizin zamanınızda değilim. Zalim ile mazlumun yan yana durduğu iyi ile kötünün aralarında hiç fark yokmuş gibi idrak edilmeye çalışıldığı zamanlara ait değilim. Unutulmadım. Sizin dünyanıza hiç girmedim diyelim."

9 Mayıs 2010 Pazar

Hayattan Sahneler/Levayih-i Hayat

Mektuplarla yazılmış hikayeler, romanlar her zaman o mektuplar bana gelmiş yahut o mektupları ben yazmışım gibi okuduğumdan olsa gerek en sevdiklerim olmuştur. Oruç Aruoba'nın İle'si aklımda bu aralar. Sağ olsun parça parça, sayfa sayfa gönderen biri var da hasret gideriyorum.

Fatma Aliye, birkaç yıl önce Bilim Sanat Vakfı'nda kendisiyle ilgili aldığım bir dersten sonra bambaşka bakmaya başladığım bir isim. Evvelinde adına tıklayınca okuyacaklarınız kadar idi. Şimdisini de bir sonraki yazıda okuyacaksınız diyerek merak etmenizi sağlamak istiyorum ama bu konuda pek iyi değilimdir.

Üçü evli olmak üzere birbirleriyle akrabalık ilişkileri bulunan beş kadın arasındaki mektuplardan oluşuyor bu kitap. Tülay Gençtürk Demircioğlu önce diliçi çeviri sonrası  halini (sadeleştirilmiş) vermiş. İkinci olarak latinize edilmiş halini ve son olarak da karşılaştırma yapılabilmesi için Osmanlıca metni ekledikten sonra bence tercihi bize bırakmış. Ben son ikisinden yanayım. Sadeleştirilince pek yavan kalmış.

Mehabe ilk mektubu yazıyor Fehame'ye, kız kardeşine. Mehabe ne kadar mutluysa evinde Fehame o kadar acı çekiyor onu sevmeyen, sevmediği bir kocayla, zor bir aileyle. Parası olmadığı için ise gidemiyor bir yere. Mehabe ne derse desin onu anlamaktan ne kadar uzak.
Sabahat , Fehame'nin eşinin kız kardeşi. Şöyle diyelim daha güzel: görümcesi. O da pek sevdiği kocası tarafından aldatılıyor. Fehame'nin tavsiyesinin aksine sabredemiyor. Parası da var; gideğim, diyor.
Nebahat ile İtimad ise ailenin bu örnekleri görüp de evlenmekten korkan genç kızları. Pek haklılar.

Fatma Aliye bu mektupları yazıp karakterleri arasında dolaştırıyor. Okuyucuya "Bak hanım, bu kadın gibi ol, bunu yap, bu haklı kesinlikle" demiyor. İyi ki demiyor.

Mehabe ilk mektuba şöyle başlıyor:
"Kardeşim!
Senin sevdiğin çiçeklerden olarak elimle toplayıp tanzim ettiğim buket ile sayesinde nice hasbıhal-i masumanemizin cereyan ettiği ağacın kayısılarından bir sepet gönderiyorum.Bu sevgili ağaç bizim ne kadar da serair-i şebabımıza vakıftır değil mi?"

Ne güzel başlamış değil mi?

4 Mayıs 2010 Salı

Is Christianity True?

İşte çok satması beklenen bir kitap ismi! Bu cümlenin sonuna "sevgili okuyucular" gibi bir şey eklemek istiyordum ama herkes (herkes derken benim bloglarımı okuyan herkesi kastediyorum) bunu okuyor. Bu daha ilginç değil mi?

Neyse konumuza dönelim biz. Michael Anheim yazmış bu ses getirmiş olması muhtemel kitabı. Benimle yaşıt olduğu için bilmiyorum o zamanlar ne kadar ses getirmiş olduğunu.
Anheim kitap boyunca Hristiyanlığın önemli unsurlarını alıp eleştirmiş. Demiş ki mesela; Muhammed de Musa da peygamberden fazlası değildi. Zerdüşt bile ilah olarak görülmemiştir. Hem zaten İsa yaşadı mı gerçekten? Christmas ve yılların numaralandırılması ile ilgili tartışmalara da girmiş Anheim ve ne olduğunu, nedenlerini açıklamış.
Buraya kadar belki desek de yazarın ne kadar taraflı olduğunu "Bir Mitin Doğuşu" başlığı ile İsa'nın doğumunu anlatmasından anlayabiliriz. Bu konuda İncillerin birbiriyle çeliştiğini, soy ağacının bile farklı olduğunu anlatıyor.
Hristiyanları İsa'nın Yahudi oluşunu gönülsüzce kabul edip hoşgörüsüz davrandıkları için eleştiriyor.

2 Mayıs 2010 Pazar

Bertrand Russell-Why I Am Not a Christian

Bertrand Russell'ın konuşmalarından ve yazılarından oluşan kitap adını 6 Mart 1927'de yapılmış ve ses getirmiş, daha sonra risale olarak yayımlanmış konuşmasından alıyor. Benim de kitapta en çok ilgimi çeken bölüm bu kısmı idi.
Russell, St. Augustine, Aquinas zamanında Hristiyan dediğimizde ne olduğu belli idi belki ama şimdi önce Hristiyan kim sorusunu sormalıyız diyor. Önce iki kriter söylüyor bunun için: Tanrı'ya ve bu hayattan sonrasına inanmalıdır. Yalnız, diyor; Muhammediler de inanıyor buna. (Burada Muhammedi dediği için Russell'a şaşırdım. Russell bile bu hatayı yapıyorsa artık ben Musevi diyenleri tek tek düzeltmekten vazgeçeyim dedim.) O zaman bir kriter daha lazım bize; o da Mesih inancı. İsa ilah değilse bile insanların en iyisi, en bilgesi demelidir bir Hristiyan.
Sonra Russell ben bunların üçüne de inanmıyorum diyerek nedenlerini açıklıyor. Ben dikkatle okudum, fakat aynı özeni yazma konusunda gösteremeyeceğim. Kitabın ilerleyen bölümlerinde Hristiyanlık ayrı kilise ayrı onu görelim önce diyor. 1934'teki bu görüşüne o yıllarda sahip değilmiş ki bu ayrıma gitmeyip kilise çok saçma bir yer, zaten Hristiyanlar da yapmıyor ki İsa'nın her söylediğini, aman bana ne ben de inanmıyorum tavrı takınıyor. Bu kadar başarısız bir ben neden inanmıyorum tasviri beklemiyordum.

Kitabın bundan sonraki bölümleri arasında özellikle ikisinde üzerinde en fazla durduğu konu Hristiyanlığın cinselliğe yaklaşımı olmuş. Bu iyi, güzel. Ben sadece "Has Religion Made Useful Contribitions to Civilization" adlı bölümde, neden herhangi bir bağlantı kurmaksızın sadece bu konudaki görüşlerini anlatmış onu anlayamadım. Bu bölümde dikkatimi çeken diğer bir konu da yiğidi öldür hakkını yeme diyerek soruya evet demesi, sonra da neden evet dediği konusunda kesin olarak bir şey söylememesi. Eleştirdiği alanlardan biri de bu konuda Hristiyanlık'ta azizliğin ruhani hayata dayalı bir makam olması. Toplum için bir şey yapan sadece ömrünü Türklerle savaşa adamış olan St. Louis, diyor.

Our Sexual Ethics ise 1936'da kaleme alınmış. Russell'ın bir önerisi var: Madem bu kadar insan bu ahlaki kurallara uymada başarısız; o halde neden onları değiştirmiyoruz?

"As I said before, I do not think that the real reason why people accept religion has anything to do with argumantation. They accept religion on emotional grounds. One is often told that it is a very wrong thing to attack religion, because religion makes men virtious. So I am told; I have not noticed it."


"What I Believe "I have tried to say what I think of man's place in the universe, and of his possibilities in the way of achieving the good life... In human affairs, we can see that there are forces making for happiness and forces makingfor misery. We do not know which will prevail, but to act wisely we must be aware of both"