28 Kasım 2010 Pazar

Hıçkırık-Kerime Nadir

Size bu kitap hakkında söyleyeceğim en önemli şey şudur: Okurken kadayıfı yaktım. Bu size her şeyi anlatmalı.

Kitabın başında Selim İleri'nin notları var. Selim İleri'nin kitap hakkındaki düşünceleri dışında kitabın ilk yayımlanışına dair bilgiler de var. Buradan öğrendiğime göre Kerime Nadir 19 yaşında iken ailesinden gizli yazdığı Hıçkırık'ı bundan yedi yıl sonra Tan Gazetesi'ne gönderir. Nazım Hikmet, uzun bulduğu romandan gereksiz bulduğu kısımları çıkarır. Yine de büyük ilgi görür. Nasıl görmesin.

Kerime Nadir kitaplarını okurken, kavuşamayan aşıklara üzülmenin yanı sıra kadınların yaşantısına ve isimleriyle yayınladıkları hikaye ve romanlarda nasıl bir yol izlediklerine bakılabilir. Bu romanında da, Nalan-Kenan-Handan ile aşk ile şefkat arasında sıkışıp kalan kadınlara, kendi hisleri dışında bir şeyi pek de umursamayan adamlara rastlayabilirsiniz. Kenan'ın hislerine birkaç örnek:

"Fakat, öyle şiddetli bir nöbet içindeydim ki bileklerimi sert bir hamle ile kurtardıktan sonra ikinci bir hücuma hazırlandım."
"Nalan, dedim, senden sadece bir fedakarlık istiyorum, görüyorsun ki yanıyorum!"
"Ben toy bir gençtim Nalan!.. Beni çıldırttın, insanlıktan çıkardın!.."
"Onu böylece göğsümün üstünde birkaç saniye tuttuktan sonra bıraktım. Saadetimden başım dönüyor, ıstırabımdan gözlerim kararıyordu."

Kenan, Nalan'dan sonra ne yapsın...
"Ruhumda apansızın bir değişiklik olmuştu. Kırılan emellerimi, yarım kalan rüyalarımı belki de Handan tamamlayacaktı!"


Not: Eğer her gün mezar ziyaretine giden bir adam görürseniz, bunun altından ilginç şeyler çıkabilir.

11 Kasım 2010 Perşembe

Uzun Hikâye-Mustafa Kutlu

Uzun Hikâye, Mustafa Kutlu'nun ilk uzun hikâyesi imiş. Kendi hayatından imiş bir kısmı. Benim için ise belki en sevdiğim kitabı. Bu konuda emin değilim henüz. Yalnız, emin olduğum bir şey var. Mustafa Kutlu’nun fazla uzamayan cümlelerini, noktalama işaretlerine boğulmamayı, gerçekçiliği dünyayı kötü göstermek sanmayışını seviyorum. Hüzünlendiriyor; ama içimi sıkmıyor. Kötüden, acıdan bahsederken arabeske kaçmıyor. O kadar gerçek olduğu için de o sevdiği kıza kavuşamayınca, babası hapse atılınca ben iç çekiyorum.


“-Eşit bölüşüm de ne demek. Yoksa sen sosyalist misin, diye sormuş.
Bak, bak, bak. Hani babam Bulgar muhaciri ya, onu çıtlatmak istiyor, bu bir. İkincisi o yıllarda birine “sosyalist” demek, anasına sövmek gibi bir şey. Hele bir de şikayetçi olsa, adamı anında uçururlar.
Babam hiç istifini bozmadan, sosyalizmi falan da hiç bilmez iken, onca adamın arasında “Evet” demiş, “Sosyalistim, var mı bir diyeceğin”…”

“Evet şefin beyaz bir atı vardı ve bir de güvercinler. Bozkır’ın ortasında bir yalnız adam, ata ve güvercinlere sığınmış işte.”

“Annemle babamın birbirlerine duyduğu aşk, gün geçtikçe azalacağına artmış, o bütün yolculukları sürgünleri, yoksulluğu, çaresizliği birlikte göğüslemişlerdi. Kış gelir, sac sobanın üzerindeki mavi çinko demlik cızırdamaya başlar, babam hiç yanından ayırmadığı daktilosunun başında kim bilir neler yazar, annem söküklerimizi diker, vagon evin penceresinden dışarıda savrulan kar tanelerine büyülü ışıklar düşerdi. Bu masal hiç bitmeyecek, ben çocuk şehzade hiç büyümeyecek sanırdım.”

“Babam beni aldı, birlikte vagon evimize geldik. Bohçayı açtık. İçinden annemin soluk pembe mantosu, başörtüsü, yıpranmış kunduraları, aynası ve tarağı, yüzüğü ve küpeleri çıktı. Babam bir süre bunlara baktı. Parmaklarının ucuyla dokundu. Sonra kapadı bohçayı. Uzanıp elimden mızıkayı aldı.”

“Oysa şöhreti “Üçgen”e çıkmış olsa bile, yüzü gözü makine yağına bulanmış, bir fukara kaportacı çırağına hangi kız dönüp bakardı ki…”

“-Beni düşünme. Benim ömrüm böyle geçti. Nereye gideceksin?
-Bilmiyorum.
-İyi. Bilmemek en iyisi.”

“Bu defa önceden hazırladığım kitabı verdim. İçine küçük bir kağıt koymuş, “Hep seni düşünüyorum” diye yazmıştım. Kitabı geri getirdiğinde baktım benim verdiğim kağıda, o cümlenin altına “Ben de seni” diye yazmış.”

“Feride’ye aşık olmuştum bu doğru. Kız da beni seviyordu, bu da doğru. Lakin iki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyordu ki.
Ve bu ücra kasabalarda sevenlerin kavuşması için hala delikanlıların yaz günü karlı dağdan kar getirmesi isteniyordu.
Benden böyle bir masal kahramanı olmak bile esirgendi.”



8 Kasım 2010 Pazartesi

Waldo Sen Neden Burada Değilsin-İsmet Özel

Kitabın adı, İsmet Özel'in bunun dışındaki iki kitabında da olduğu üzere Henry David Thoreau ve Ralp Waldo Emerson arasındaki bir diyalogdan alıntı.


- Henry, neden buradasin?
-Waldo, sen neden burada degilsin?


İsmet Özel, neden şiirle ilgilendiğini, bu konuda ne kadar iyi olduğunu, siyasetle nasıl bir ilişkisi olduğunu ve neden Müslüman olduğunu anlatıyor. En çok üzerinde durduğu ise elbette ne kadar iyi bir şair olduğu. 


"Bugün için bana açıklayıcı görünen husus, Cumhuriyetin okullarında eğitim görmüş herkesin, İslâmî metinlere yaklaşırken ister istemez elverişsiz bir konumda bulunduklarıdır. Yanlış anlaşılmasın! Okur yazarlarımız artık doğu kültürünün ürünlerini anlamayacak kadar batılı bir görüş edinmişlerdir demek istemiyorum. Belki bunun tersini ifade etmek uygun olabilir. Türkiye'de verilen eğitim diploma sahiplerini yeterince batılılaştırmadığı, onları Batı dünyasının temel ürünlerine nüfuz edebilecek yeterliliğe ulaştırmadığı için İslâmî metinlere alıcı gözle bakılamıyor." 


"Bir partiye kaydolmak, elbet bir okula kaydolmaya benzemiyor. Hele bu parti anti-komünizmin bir milli değer sayıldığı bir toplumda komünist olma zannı altında bulunan bir parti ise. O yıllar üniversite öğrencileri arasında bile sosyalist düşüncelere meyledenlerin sayısının ihmal edilebilecek kadar düşük olduğu zamanlardı ve çok daha sonra 1968'de İçişleri Bakanı Faruk Sükan, ésolcuların nefeslerini bile kontrol ediyoruz, hepsini 24 saatte toplarız." demekle bariz bir gerçeği ifade edecekti."


"Okuyucularımı aklıma takışım popüler bir sanatçı oluşumdan ötürü değil, o dönemde şiire dikkatini yönelten insanların niteliklerinden ötürüydü. Henüz dokuz şiirimin yayınlandığı bir zamanda şiirlerimin neye yöneldiği konusunda fikir yürüten insanlarla karşılaştığımı söylemem bugün size nasıl şaşırtıcı gelirse, benim de bundan ne ölçüde etkilendiğimi şaşırmadan anlayabilirsiniz. Hiçbir sanatçı kendisine gösterilen ilgiye duyarsız kalamaz."


"Nazım Hikmet "Yaşamaya Dair" demiş. Olmaz, çünkü yaşamayı anlatı konusu yapamayız, yaşamaktan söz edemeyiz, onu ancak bünyemizde duyabiliriz. Bu yüzden "Yaşamak Umurumdadır" demeli. 
Boris Pasternak, "Kızkardeşim Hayat" demiş. Nasıl da soğuk, zihinsel, sexless. Doğrusu "Sevgilim Hayat" olmalı."


"Şiirler ortaya çıktıkça farkına vardığım husus, kendi alanıma iyi intibak ettiğimdi."


"Bütün yasakların insanları o yasakları çiğnemeye doğru kışkırttığı söylenir. Belki ilk gençlik yıllarımda böyle bir cazibenin etkisini üzerimde hissettim. Ama beni komünizm yönünde cezbeden asıl etken, bu yolla daha bilgili, daha geniş ufuklu, zevki daha gelişmiş ve hatta daha ahlaklı bir insan olabileceğimin işaretlerini görmüş olmamdı."


"Yumruğunu sosyalistlere karşı sıkan sadece türkçüler ve ya şeriatçılar değildi. Sosyalist olmayan sol bu konuda diğerlerinden bir adım ilerideydi doğrusu: "Ben Atatürk'e laf söyletmem." tehditi "Bunun katli vaciptir." hükmünden çok daha reeldi(dir).


"Daha genç yaşlarımdan itibaren düşünürdüm ki bir şair, şiir çizgisinin ana hatlarını, yirmi altı yaşına kadar çizmek zorundadır. Yirmi altı yaşından sonra şair olunmaz."





3 Kasım 2010 Çarşamba

İle-Oruç Aruoba

Tam olarak ne idi konumuz emin değilim. Bu kitaptan bahsettik. Sevdiğimi söyledim. Sonra bir süre e-mail ile bu kitaptan parçalar okudum. Boston'da idim ve kitaba ulaşma şansım yoktu. Geldim. Bu kitap da hediye olarak bana geldi.

Hasta hasta yatarken, bir çiftin (sevgili mi demeli?) mektuplarını okumak keyifli. Keyifli derken aslında "melankolik ruh halimi ne de güzel besledi" demek istedim. Aruoba, mektup yazarken "hani böyle demiştin ya" ve "ben de sana böyle demiştim ya" gibi cümlelerle zaten arada geçenleri de anlatıyor. Başından sonuna bir ilişkiyi her şeyiyle görüyoruz o sebeple kitapta. Üstelik sadece olanlar ve hisler anlatılmıyor. Konuya ilişkin ne varsa didik didik ediliyor. Böyle okurken çok güzel de, düşününce bilemedim; söylediğim her şeyi böyle inceleyen bir adama dayanabilir miydim.

Kitabı okurken noktalama işaretlerine fazla takılmamaya çalışın.

"Her içtenlik çabası, gidiyor, dolambaçlı ilişkilerimizde kurduğumuz sahteliklere çarpıyor- sana bunun için yazmağa çalışıyorum (konuşmalar her zaman sahteliğe, yapmacıklığa, çünkü geçiciliğe açıktır; oysa yazı, kalır.)"

"Arada bir seni aramak geliyor içimden, ama bu isteği bastırıyorum: Senin beni araman gerek. -Nedenini biliyorsun..."

"İlişki o iki kişiyi gerektiriyor; ama o iki hiçbir zaman (pek ender bile dememeli mi?) tam o kişiler olarak gelemiyorlar, giremiyorlar, ilişkiye: her birinin bir sürü yükü var, taşıması gereken; bir sürü yüzü var, takınması gereken. Kendi dışındakiler, bir de sahtelikler geliyor, giriyor ilişkiye."

"Aradın, ama ben doğru-dürüst konuşamadım. "Etrafında birileri mi var? diye sordun-doğru bildin.
Çünkü konuşma biçimim, senin ile benim, yanyana, başbaşa olduğumuzdaki biçim değildi.
İlişkide öyle olur, biliyorsun: Gerçek, sahici, som bir; ilişki oluşuyorsa iki kişi arasında, her birinin konuşma biçimi de ona uygun hale gelir: gerçek, sahici, som olur o da; başka hiç kimseyle konuşmadıkları bir biçimde ama tam da kendi oldukları biçimde, konuşmağa başlarlar kişiler, birbirleriyle- dilin, yalnızca anlamını, ya da göstergeler düzeneği'ni (!) değil, biçimini bile belirlemeğe başlar ilişki."

"Şöyle de düşünmüştüm: "Kişi daha kendi varoluşundan kuşkuluysa, nasıl edebilir de gidip öteki kişiyi bilebilir; gerçekten tanıyabilir?!-"
Sonra şöyle: "-Ama başka yolumuz yok- olmamalı: hep, bunu denemek; kendimizi de ötekini de, 'gerçek' kılmak..."

"zaten söylenecek bir şey
de kalmadı
artık:
bağışla
beni."