15 Haziran 2011 Çarşamba

Bizim Büyük Çaresizliğimiz- Barış Bıçakçı

Tatar Çölü'nün canımı yaktığını söylemiştim. Öyle ise buna ne demeliyim, bilmiyorum.
Bir süre filmini seyretmek istemeyecek kadar, ama kitabı birkaç kez daha okuyacak kadar çok sevdim. Hele şimdi, aklımda hep ayrılıklar, ölümler varken kitabı okuyalı çok az zaman olmasına rağmen tekrar okuyacağım.

"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"

Ben hâlâ bilmiyorum Çetin, bir ölüm haberi nasıl verilir? Neyi gözetmeli insan? Haberi alacak kişinin daha az sarsılmasını mı? Olabildiğince geç öğrenmesini mi? Geçen sürece ölenler dirilmeyeceğine göre! Ölümü korkunç bir şey olmaktan çıkarmaya, anlaşılır, kabul edilebilir bir şey olarak göstermeye mi çalışmalı?"

"Neden bir de rüya görürüz? Her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? Karmaşanın, keşmekeşin, hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki, uykunun kuytusunda ille de tanımlanması gerekir? Rüyamızda, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bir yere, örneğin bir anlama mı götürür? Yoksa o ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?"

"Acıdan besleniyordu sanki. Çünkü ne yaptıysa ondan kurtulamıyordu, iyice geçiriyordu tırnaklarını. (Kim tırnaklarını kime geçiriyor? Boşuna uğraşma Çetin, bu sorunun yanıtı yok.) Başına gelen şeyleri o kadar sessiz sakin karşılaması tuhaftı zaten. Demek içinden olan oluyordu. Onun kapının önündeki o haline bakıp, başkalarının acısını kendi acısına dönüştürdüğünü düşünmüştüm. Bütün ölümleri tek bir ölüme dönüştürüyordu, en yakınının en sevdiğinin ölümüne."

Hayat tekrardan ibarettir çünkü. Hayatın gücü tekrarın gücüdür. Günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. Tabii bir de şiirin. Şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. Dinlere ne demeli? Hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, Müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "Yemek güzel olmuş mu?" diye sorman..."

"Çetin biliyorsun, geçmiş yaşantılarımı rkama alıp bambaşka öpüşmeler isteyebilirdim; oysa vücudumdaki elektriği toprağa aktarmak için çıplak ayakla dolaşmak gibi bir şeydi istediğim. Ona bir şey vermek, ondan bir şey almak istemiştim. Tek ve küçük bir şey. Ah bunu anlatamam! Beni hâlâ nasıl sarsıyor... İsteğin çocuksuluğu, basitliği... Bütün deneyimlerimi birden silivermesi... Galiba tam o zaman anlamıştım Nihal'e aşık olduğumu."

"Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. Çetin, ben Sevgi'ye bakarken de Nihal'e bakarken de yalnızca onları düşünemiyordum. Bir sürü kurgu vardı aklımda, bir sürü cümle, gürültü, kalabalık, duygu işlerine karışan aklın sakarlıkları... Anla ne olur!"

"İnsanın en temel meselelerinden birine, "Arzu etme, acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere, insanları gömdükleri gibi meseleleri de gömebileceklerini düşünen kazma kürek erbabına öfke duyuyordum. Yürüyordum, kendi kendime büyük sözler söyleyerek kalabalığın içinde yürüyordum. Özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum. Ne büyük söz!"

"Çetin, askerliğin sırasında yazdığın tek mektubu kendine has bir biçimde şöyle bitiriyordun: "Dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun? Seninle anlaşılmaz bir uyumumuz var. İnsanlar böyle durumlar için kan kardeşliği, arkadaşlık, hötöröflük gibi isimler takıyorlar. Ne güzel, ne kadar sana özgü bir bitiriş! Birden parlayan, söyleyeceğini söyleyip sahne arkasına dönen zekân!"

"Baharın nasıl bir şiddet içerdiğini fark ediyor musun sen de Çetin? Bahar beni kendisine karşılık vermeye zorluyor. Her çiçeğine karşılık içimden bir çiçek, ılık esintilerine karşılık ciğerlerimden ılık bir nefes istiyor. Parlaklığına, hafifliğine, coşkusuna karşılık vermem gerekiyor. Bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor. Hele o öğleden sonraları birden bastıran yağmuru... Abartısız kötü biri yapar insanı. Aşık olduğun ama aşkını itiraf edemediğin kadın (Vardır böyle kadınlar ve saymakla bitmezler!), sokak çocukları için projeler üreten kurumda arkadaşlarıyla birlikte çalışırken birden başlar bahar yağmuru. Önce iri, sakar birkaç damla yerden biraz toz kaldırır, sonra göz gözü görmez. Sevdiğin kadın ve arkadaşları hemen dışarı çıkarlar, kollarını iki yana açıp, başlarını yukarı kaldırıp ıslanırlar. Birbirlerine iyi bir şey yapmanın mutluluğuyla bakarlar, konuşmazlar. Kadın gelir bunu sana anlatır. Sen de o yağmurdan başlayıp o iş arkadaşlarına hatta oradan sokak çocuklarına sıçrayan kıskançlık alevleriyle her tarafı yakıp yıkarsın, iyiliğe karşı içinde keskin bir öfke duyarsın. "İyiliğiniz batsın!" dersin. Böyledir bahar yağmuru, kötü eder adamı."

"Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum."

"Kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. İki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır."

"Şunu biliyorum: Birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar."

"Annemi babamı her gördüğümde onlarla daha fazla zaman geçirmeyi istiyorum, ama olmuyor işte Çetin! Bir şeyin, hızlı hareket eden bir şeyin peşine takılmış koştura koştura yaşıyorum."

"Kapının tam karşısındaki duvarda, Atatürk'ün, neredeyse bütün duvarı kaplayan, kahve içerken bir resmi var ya, o resimde kendimce bir huzur, sakinlik bulurdum: Ata'nın huzunda çay, kahve içiyoruz."

"Alaturka veyahut alafranga tuvalette makattan çıkan ilk kazurat parçasının deliğe düşmesiyle sıçrayan su meselesi üzerine bile düşünmüştü, tabii ki Eşref Bey'in başına bu berbat durum sık sık geliyordu."

"Boşanmadı mı, diye sordu, kabul edilebilir olanla edilemez olan arasında yalnızca insanın kendisinin olduğunu, bir adım atmayla her şeyin karışacağını bilmeyen bizim küçük Nihalimiz."

"Seyreden, dinleyen kadınlara bayılırım."

"Çetin, gündelik şeyler dışında Nihal o kadar az konuşuyor, ben onun her odama gelişinde konuşacak o kadar çok şey buluyordum ki, artık konuşmaktan duyduğum sıkıntılar, pişmanlıklar göğsümü ağrıtmaya başlamıştı. O konuşsun istiyordum. Ölümlerle açılan uçurumdan bir ses çıksın. O konuşsun. Ben bıkmıştım konuşkanlığımı hor görmekten, bunun da bir hastalık olduğuna dair kurgulardan. Eşit olalım istiyordum, dert ortağı olalım."

"Çetin, biz ikimiz sence, öyle herkesin beğeneceği "tipler" miyiz? Değiliz değil mi? Sonra, sen de Nihal'in sözünü ettiği şansı yitirdiği anda, tam o anda, oracıkta, onun yanında olmayı istedin mi? Peki, aşık olduğun insanda, başkasında olsa dayanamayacağın şeyleri hoş görür müsün?
Ben hoş görüyorum.
"Tip" sözcüğünden, daha doğrusu Nihal'in kullandığı biçimde kullanılmasından nefret ederim.
Nihal'in kitap sergisinden aldığı, hâlâ çok sevdiğini söylediği o kitaptan da nefret ederim. Hamile olmayanların ama "içinde bir çocuk taşıyanların" birbirlerine göz süzerek tavsiye ettikleri, simgelerle dolu, öğretici saçmalıklardan geçilmeyen, aptalca bir kitap."

"Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."

"Döndüğünde ona anlatacaktık, gururla hem de işin içine erkeklere özgü bir gizem katarak. Bizden istenilenden daha fazlasını yapmış ama bunu söylemeyi uygun bulmuyormuş havası vererek, boşlukta bir yerlere bakarak, sıkılarak konuşacaktık. Erkeklerin gizem silahı!"

"Uzağımızdaki her şey biraz olağanüstüdür, olduğundan biraz fazladır. Yaz bunları bir yere Çetin, boşa gitmesin!"

"Onu etkilemek için her şeyi, en alçakça şeyleri bile yapabilir, en süslü cümlelerle aklını karıştırabilirdim. Kavanozların kapağını kapatır gibi bir doğallıkla gelip beni öpmesi, ağzımı kapaması için. Beni sevmesi için..."

*Çetin ile Ender'in dinledikleri şarkılardan biri değil, ama bende nedense bunu dinleme isteği uyandı kitabı hatırlayınca da.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Tatar Çölü- Dino Buzzati

Tatar Çölü benim canımı yaktı. Kendimle ilgili, hayatımla ilgili çok fazla şeyi önüme koyduğu ve beni düşünmeye zorladığı için canımı yaktı. Tercihlerim, yapabildiklerim, yapamadıklarım, özgürlüğüm, kapana kısılmışlığım, ailem, arkadaşlarım, ümitlerim... hepsi önümde şimdi. 

“Arkadaştılar, uzun yıllar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı tutkuları, aynı dostlukları paylaşmışlardıİ birbirleriyle her gün görüşmüşlerdi; sonra Vescovi ticarete atılmış, Drogo ise subay çıkmıştı, şimdi Francesco'nun kendisine ne kadar yabancı olduğunu hissediyordu. Artık bu kolay ve hoş yaşam kendisine ait değildi. Şimdiden kendi atıyla Francesco'nunkinin farklı olduğunu düşünüyordu, kendi atının yürüyüşü daha ağır, daha durgundu, hayvanı bile yaşamının değişmek üzere olduğunu hissediyordu adeta.”

“Annesi, dönüşünde Drogo'nun kendisine yeniden o dünyada hissedebilmesi ve orada, uzun yokluğuna rağmen yeniden bir çocuk olarak kalabilmesi için, odasını öylece saklayacaktı; yaa... demek ki annesi, bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine, oğlu geri geldiğinde kapı ve camları açmakla her şeyin eskisi gibi olabileceğine inanıyordu.”

“Nihayet kendisi gibi bir adam, birlikte gülüp şakalaşabileceği, kendilerini bekleyen yaşamdan sözedebileceği avcılıktan, kadınlardan, şehirden, şu anda Drogo'nun gözünde çok çok uzal bir dünyaya gömülmüş olan şehirden sözedebileceği dost bir varlık bulmuştu.”

“Kale, ona dahil olacağını asla düşünmediği, ama gözüne kötü göründüklerinden değil, yalnızca alıştığı yaşamdan çok uzak olduklarından dolayı düşünmediği meçhul dünyalardan biri olarak görünüyordu.”

“Kalede geçirdiği yirmi iki yılın sonunda bu askerde geriye ne kalmıştı? Tronk, dünyanın bir yerlerinde kendisine benzeyen, üniforma giymeyen, kentte gezinebilen ve akşamları arzularına göre ister yataklarına ister sinemaya, ister kabareye gidebilen milyonlarca insan olduğunu hâlâ anımsıyor muydu acaba?”

“Tabii ki, diğerlerine, subay arkadaşlarına karşı bir erkek gibi davranması, onlarla gülüp birbirinden açık saçık asker ve kadın hikâyeleri anlatması gerekiyordu. Ama gerçeği annesine söylemezse kime söyleyebilirdi ki? Ve bu akşam Drogo'nun gerçeği, cesur bir askerin gerçeği değildi, ciddi Bastiani Kalesi'ne layık bir gerçek değildi, arkadaşları, yol yorgunluğundan, bu karanlık kale beenlerinin baskıcı yapısından ve kendisni tam bir yalnızlığın içinde bulmasından oluşan bu gerçeği duysalar, gülerlerdi.”

“Evde şehirde, tüm saatler salonların büfelerindeki bardakları hafifçe çınlatarak, farklı tınılarla onu çalıyor olmalıydı; mutfaktan bir kahkaha; sokağın karşı tarafından bir piyano sesi geliyor olmalıydı. Drogo, oturduğu yerden, daracık, neredeyse mazgal deliği gibi bir pencereden kuzeydeki ovaya, o hüzünlü araziye bakabilirdu; ama şu an için karanlıktan başka bir şey görünmüyordu.”

“İnsanlar, “şu nehri aştıktan sonra on kilometre daha gidince varırsın,” diyeceklerdir. Ama, buna karşılık yol hiç bitmeyecektir, günler gitgide kısalacak, yol arkadaşları seyrekleşecek, camlarda hareketsiz, donuk, kafalarını sallayan suratlar görünecektir.”

“Ama Drogo, zamanın ne olduğundan habersizdi. Önünde tanrılar gibi, yüzlerce gençlik yılı olsa dahi, ona düşen pay hep küçücük olacaktı. Oysa onun önünde, tersine, basit ve sıradan bir yaşam, cimrice verilmiş bir armağan gibi, yılları parmakla sayabilecek ve insan tanıyana kadar eriyip gidecek küçük insani bir gençlik vardı.”

“Halbuki yirmi iki ay uzundur, birçok şey olabilir: Yirmi iki ay yeni ailelerin kurulması, çocukların doğması hatta konuşmaya başlaması, otların olduğu yerde kocaman bir evin yükselmesi, güzel bir kaıdnın yaşlanıp, artık kimse tarafından arzu edilmez hâle gelmesi, bir hastalığın, en uzun hastalıklardan biri dahi olsa, harekete geçmesi (ki bu arada, insan, kaygısız yaşamaya devam eder), yavaş yavaş bedeni kemirmesi, bir süre duraklayıp iyileşme umudu vermesi, sonra daha da derinleşerek yeniden ortaya çıkıp son umutları kemirmesi için yeterlidir.”

“Halbuki öyle güzel bir Ekim günüydü ki, güneş berrak, hava hoştu, yani bir muharebe için düşlenebilecek en uygun zamandı.”

“Evin kapısı açıldığında, Drogo birdenbire, çocukken yaz tatili sonunda şehre döndüğünde duyduğu o tanıdık kokuyu duydu. Bu bildik ve dost bir kokuydu ama yine de bunca zaman sonra içine bayağı bir şeylerin karıştığını hissetti. Evet, bu koku Giovanni'ye, geçmiş yılları, pazar günlerinin hoşluğunu, neşeli akşam yemeklerini, yitip gitmiş çocukluğunu anımsatıyor ama aynı zamanda da kapalı pencereleri, ev ödevlerini, sabah temizliğini, hastalıkları, kavgaları, fareleri de düşündürüyordu.”

“Deniyor ama tüm çabalarına karşın eski sohbetleri, şakaları, kullanılan sözcükleri yeniden hayata geçirmeyi beceremiyordu.”

“Eskiden adımları uykunun arasında bir çağrı gibi annesine ulaşırdı. Geceleyin duyulan tüm gürültüler bu ayak sesinden kuvvetli olsalar bile annesini uyandıramazlardı; ne sokaktaki at arabaları, ne çocuk ağlamaları, ne çarpan bir pancur, ne bacalardaki rüzgarın sesi ne yağmur, ne de mobilyaların gıcırtısı uyandıramazdı onu. Ancak oğlunun ayak sesleri uyandırabilirdi, ama bunun nedeni bu ayak seslerinin çok gürültü çıkarması değildi. Bunun, o ayak seslerinin oğluna ait olmasından başka hiçbir açıklaması, hiçbir nedeni yoktu.”

“Drogo bu karşılaşmanın kendisi için çok heyecanlı olacağını, yüreğinin çarpacağını düşünmüştü. Ama, kızın yanına gidip de gülüşünü yeniden gördüğünde “Ah Giovanni, nihayet geldin!” diyen sesini duyduğunda (bu ses düşlediği sesten öylesine farklıydı ki), geçen zamanın ayırdına varabildi.”

“Yirmi yıl önce gitmek, yaz harekâtları, atış talimleri, atyarışları, tiyatroları, baloları, güzel kadınlarıyla garnizonlardaki sakin ve parlak yaşama katılmak istiyordu. Ama öyle yapmış olsaydı tüm bunlardan şimdi elinde ne kalmış olacaktı ki?”

“Kendini böyle uykuya dalmış bir biçimde düşünmeye çalıştı, gözünün önüne hiçbir zaman göremeyeceği çok özel bir Drogo geldi. Kendi bedeninin hayvansı biçimde çökmüş, karanlık kaygılarla sarsılan, zorla soluyan görüntüsü, yarı açık ve sarkık ağzı gözünün önüne geldi. Halbuki o da bir zamanlar, bu çocuk gibi uyumuş, o da zarif ve masum olmuştu, kim bilir belki de hasta, yaşlı bir subay, acı bir şaşkınlıkla durup kendisine de bakmıştı. Zavallı Drogo, diye düşündü, bunun nasıl büyük bir zaaf olduğunun farkındaydı, ama sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimsesi yoktu.”

“Çünkü açık havada, kargaşanın ortasında, henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde; evde, sevgi dolu ilenmeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor bir şey olamazdı.”

*Kitaba kendimi çok kaptırdım diye o noktalama işaretlerini, bağlaç kullanımlarını fark etmedim sanılmasın. Üzüntüm azaldığı zaman İletişim'i ayıpladım.