3 Ocak 2013 Perşembe

Bildiğin Gibi Değil

Kitabın kime ait olduğunu başlıkta yazmamamın bir sebebi var. Kitabın üstünde yazan isimler Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, fakat kitap fikrinin kime ait olduğu biraz karışık. Hamza Aktan, bu çalışmaya kendisinin başladığını ve çeşitli sebeplerde ara verdiği dönemde söyleşi yaptığı gençlerden birinin (Rojin Canan Akın) adına kendi fikrinin kopyalandığı bir kitap olduğunu görüyor. Davaya zarar vermesin diye susmasına karşılık işlerin beklediği gibi gitmemesi üzerine bu konuda konuşuyor. Metis de bu konuda elbette kendisine cevap veriyor
Röportajları kimin yaptığından bağımsız olarak içerik, belki başkalarının acılarını anlamak için bir adım olabilir. Elbette anlatıcıların hepsinin bahsettiği her şeyin doğruluğundan emin olamayız. Yine de bunları yalan çıkarmayı amaç edinirken dayanak noktaları biraz daha sağlam olmalı. 'Bütün bunlar yalan, çünkü biz öyle bir şey yapmayız' ya da 'hak etmişlerdir' gibi kendini çürüten argümanlar komik olmaktan öteye gidemiyor. 

Kitapta bir evin farklı cephelerden çekilmiş birkaç fotoğrafı kullanılıyor. Funda Danışman'ın Şırnak'ta çektiği fotoğraflarmış. Bütün duvarlarının kurşunlarla delik deşik edildiği bu evin nasıl o hâle geldiği, kim tarafından o hâle getirildiği de -mümkünse- kaynak da gösterilerek belirtilseymiş keşke. Bu haliyle kendimi, Haiti depreminde çekilmiş fotoğraflarla Arakan katliamının anlatıldığı gazete haberine bakıyor gibi hissediyorum.


Aşiretçilik olsa da ağalık sistemi eskisi gibi yok. Büyük toprak sahipleri yok ve genellikle büyüklerin sözleri dinleniyor. O anlamda kan davaları ya da başka sorunlar adli mercilere başvurulmadan önce, büyükler tarafından çözülürdü. Hakkaniyete uygun bir şekilde daha çok imamlar ve aşiretin önde gelenlerinin öncülüğünde kısmen İslami yasalar kısmen de kendi geleneksel hukuklarından yararlanarak bu sorunları çözerlerdi.

Okulunu bitirdikleri halde okuma yazmayı sökemeyen insanlar vardı. Bu onların gerizekalı olmalarından kaynaklı değildi. Öğretmenlerin söylediklerini anlamıyorlardı. Kendi sınıfımın birincisiydim, ama sosyal bilgilerde ve Türkçe derslerinde beş yıl okuduktan sonra bile Batı’da okuyan ikinci sınıf öğrencisi kadar bilgili değildim.
Bu noktada bir anekdot anlatayım: Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları çözebiliyordum. Sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister, deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben soruyu anlamıyordum. Kendi kendime Kürtçe düşündüm ve “baş” dedikleri şey sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçe’de iyi anlamına geliyor], “Atatürk!” cevabını verdim.

Devlete kırgınlığım var. Bugün Kürtçe şiir yazamıyorum, bazen yazmaya çalışıyorum, ama onlar da davalık oluyor. Mesela sizlere Kürtçe konuşamıyorum.

Fakat bakın çok önemli bir bölgede olan, bir dönemler dünyanın en büyük devlerini kuran Türklerin şimdiki ekonomisi Afrika ülkeleriyle eşdeğer. Burada zulme uğrayan varsa zulmeden de vardır. Zulmeden Türk halkı değildir, devletin üstündekiler ve sistemi yönetenlerdir. Ama Türk halkı ve aydının sesi çıkmıyorsa, onların da suçu vardır.

Öyle olmuştu ki artık canımızdan bezmiştik. Artık bizi öldürsünler de bu hayattan kurtulalım diyorduk.

Biz kadınlar iki defa köleyiz. Bir, erkeklerin kölesiyiz; iki, devletin kölesiyiz. Ben görüyorum, bu memlekette kadınların hiç hakkı yok. Yok efendim, bir kadın kayınpederinin yanında konuşamaz, yok onu yapamaz, yok bunu yapamaz. Yok kadınsan kadınlığını bil. Burası çok geride kalmış bir yer. Ben de kadınım, ben de insanım.

Bana çocukluğum sorulduğunda aklıma açlık, rezillik, sefalet, perişanlık, bombalar, savaş uçakları geliyor.

Barış istiyorum. Annemi babamı giymek istiyorum. Kardeşlerimi görmek istiyorum. Benim de hakkım. Benim gibi binlerce kadın var böyle. Barış olursa kardeşlerimi, annemi babamı görürüm, onlara kavuşurum. Bundan daha insani ne olabilir ki?

Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım, öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına kaçırıyorlardı.

Ben affederim. Eğer gerçekten barış açısından bir katkı olacaksa, bir adım olacaksa neden olmasın? Yani gidenle gidilmez. Gittiyse tamam. Yeter ki bu kan dursun. Bu ölümler olmasın.

Öz ablam eşinin eli değdiğinde hala irkiliyor. Üç çocuğu var, ama hala kendini o adama ait hissetmiyor.

İlk kez fındığa gittiğimizde Mardin dışına çıkmıştım. Altmış ve ya yetmiş iki kişiyi kamyonlara bindirip götürüyorlardı. Berbat bir şeydi, ama onun farkında değilsin. Sanıyorsun ki hayat odur. Çünkü hayat başka bir şey yaşatmamış. Şartlar sana başka bir şey yaşatmamış, hayatın o olduğunu sanıyorsun. Ama oraya gittiğimizde insanların daha güzel, daha rahat yaşadığını gördük. Orada erkekle kadın arasındaki diyaloğu da ilk defa gördüm. Karıkocanın arasındaki diyaloğu ben ilk defa orada gördüm. Birbiriyle konuşup dokunabildiklerini orada gördüm. Ellerini birbirlerinin omuzlarına attıklarında ben şaşkınlıkla karşılıyordum. Ben öyle bir şey görmemiştim. Kadın ve erkek her zaman birbirinden uzaktı. Sofra bile önce adamlar yemek yer, sonra onlar başka yere geçer, sonra kadın oturup yerdi. Hayattan çok kopuk bir şekilde yaşadığımız için bilmiyordum. 1995’e kadar bir kadınla erkeğin el ele gezdiğini görmemiştik.

Yapacak bir şey kalmayınca paşa paşa evlendim. Düğün falan yapılmadı. Ben de artık bir şey demedim. Her şeyi kendileri beğenip alıyorlardı. Teyp çalıp oynuyorlardı. Gidip teybi kapatıp gidin evinize, dedim. Odaya geçtim. O da yanıma geldi ve beni teselli etmeye çalıştı.


Hiç yorum yok: