Birden Temmuz'un son dakikalarında olduğumuzu fark ettim ve blog boş kalmasın diye elimdekilerden birini göndereyim dedim. Şimdiye kadar yazamamış olmakla ilgili nasıl haklı sebeplerim varsa, elimde olanlar konusunda cimrilik yapıp size göstermemek konusunda da haklı sebeplerim var.
Yakında okula döneceğim ve muhtemelen çok kitap okuyamayacağım. Kindle'dakilerden azar azar artık. Şimdiden hazırlık yapıp dolduruyorum taslaklarımı. Böylece blogu kitapsız, sizi alıntısız bırakmayacağım.
Daha önce okuduğum iki Salinger kitabı hakkında çeviri sebebiyle olumlu düşüncelerim pek yoktu. Coşkun Yerli çevirisini Ömer Madra'nınkinden daha iyi bulmuşum. Bu kez de kitabın ilk yarısını çeviren Coşkun Yerli'yi ikinci yarısını berbat bir şekilde çeviren Sevin Okyay'dan daha iyi buldum. Çok daha iyi. "Ama Selin Okyay..." diye başlayan çeşitli eleştiriler gelebilir bu konuda. Gelsin. Bu, kitabın ikinci yarısını okurken bırakmamak için nasıl da zorlandığım gerçeğini değiştirmiyor. O uzun ve karışık cümlelerin, "mükemmelen zeki", "adilce miktarda dişe dokunur" gibi ifadelerin verdiği rahatsızlıkta da hiçbir değişiklik olmuyor çevirenin adını hatırlayınca.
Seymour'un -denebilir ki- düğününü anlatan ilk kısmı çok sevdim. İkinci kısım beni böyle üzmeseydi de ne güzel kitap diye anlatsaydım size.
"Yalnızca yirmi üç yaşında olsam yine iyi, yirmi üç yaşında bir geri zekalı olduğum gizlenecek gibi değildi."
"Bakışında apaçık yıldırıcı bir şey vardı. Tek kadından oluşan bir isyan kalabalığıydı bu; örgü çantasından ve giyotinin görkemli manzarasından uzak kalmıştı yalnızca, zamanın ve rastlantıların oyunuyla."
"Birkaç dakikadan beri bakmadığım ufacık ihtiyara bir göz attım. Gecikmeden hiç etkilenmemişti. Arabaların -hareket halindeki arabaların, duran arabaların, hatta belki de köprülerden aşağı nehirlere uçan arabaların- arka koltuklarında oturma ilkelerini hiç değiştirmiyordu. Bu ne harika bir yalınlıktı. Dimdik oturuyorsunuz, şapkanızın tepesiyle tavan arasındaki aralığı on- on beş santimde tutuyorsunuz ve haşin gözlerle bakıyorsunuz ön camdan ileriye. Eğer Ölüm -ki hep orada, belki de kaputun üstünde oturan Ölüm- ön camdan umulmadık bir anda içeri süzülüp de hadi dese, kalkıyorsunuz, haşin ama sessizce, onun peşinden gidiyorsunuz. Olsa olsa, puronuzu alabilirsiniz yanınıza tabii halis Havana ise."
"Buraya bak, dedi bana, bir öğretmen olarak hem gerizekalı hem de pis pis burnu akan bir çocukla konuşuyordu sanki. "İnsanları ne kadar tanıyorsun bilemiyorum. Ama aklı başında hangi adam düğününün arifesinde nişanlısını bütün gece gevezelik etmek için esir alır, ha? Yok, evlenmek için gereğinden fazla mutluymuş da, yok, kız düğünü geciktirsinmiş de, o da kendini daha dingin hissetsinmiş, yoksa düğüne gelemezmiş de! Sonra, kızcağız, bir çocuğa anlatır gibi, artık her şeyin ayarlandığını, aylar önce planlandığını, babasının büyük masraflara ve dertlere girerek resepsiyonu ve bütün ıvır zıvırı hazırlattığını, hısım akrabanın, aile dostlarının ülkenin her yanından New York'a geldiğini bir bir anlatıyor; sonra Muriel bütün bunları anlattıktan sonra, kıza kendisini affetmesini, ama kendisini daha az mutlu ya da ne çılgınlıksa işte öyle hissetmedikçe evlenemeyeceğini söylüyor. Bir kafanı kullan, kusura bakmazsan artık! Bu adam normal mi yani? Aklı başında birine benziyor mu?" Sesi artık iyice tizleşmişti."
"Siyah rugan çantasını koltuğunun altına sıkıştırmıştı. Çantayı en sevdiği oyuncak bebeğiymiş gibi tutuyordu. Kendisi de, bir denemek için aşırı rujlanıp pudralanmış, evden kaçmış ve çok mutsuz bir kız çocuğuydu sanki."
"Filmde çocuklar annelerine kedi yavrusunu göstermeye getirdiklerinde, M. bana baktı. Kedi yavrusunu sevmişti ve benim de sevmemi istiyordu. Karanlıkta bile, onun sevdiği şeyleri ben de otomatik olarak sevmediğimde hissettiği o olağan yabancılaşmayı duyumsuyorum. Daha sonra, istasyonda birer içki içerken, bana kedi yavrusunun ne hoş olduğunu düşünmemiş miyim diye sordu. Artık şirin sözcüğünü hiç kullanmıyor. Onu ne zaman korkutup hep kullandığı sözcükleri ağzına almasını engelledim acaba? Ukalalık ettim, R.H. Blyth'ın duygusallık tanımını açıkladım ona: Bir şey için Tanrı'nın şefkatinden daha fazlasını duyuyorsak, duygusalız demektir. Dedim ki (söylev çeker gibi): Tanrı tabii kendi yavrularunı sever, ama mümkünü yok ki pençelerinde Technicolor patiklerle gezenleri sevsin. O, yaratıcı yeteneği senaryo yazarlarına bırakmıştır. M, düşündü, ikna olmuş gibiydi, ama bu bilgiden yine de hoşlanmamıştı. Oturmuş içkisini karıştırıyor, benden uzaklaşıyordu. Bana duyduğu sevginin bir gelip bir gitmesine, görünüp yitmesine çok üzülüyor."
"Tanrım yardım et bana! Benim bir tanem evlilik kurumunun kendisini seviyor ölümsüz ve değişmesi olanaksız bir sevgiyle. Sürekli evcilik oynama dürtüsü çok kuvvetli. Evlilik amaçları öyle saçma ve dokunaklı ki. Güneşte yanıp teni çok koyulaşsın istiyor, çok lüks bir otelin resepsiyon memuruna gidip kocası mektupları almış mı diye soracakmış. Perdeler için alışverişe çıkmak istiyor. Hamile elbiseleri için alışverişe çıkmak istiyor. Annesinin evinden ayrılmak istiyor, annesi bunu bilse de bilmese de ve annesine olan tüm sevgisine rağmen. Çocukları olsun istiyor, yüzleri bana değil, ona benzeyen güzel çocuklar. Öyle sanıyorum ki her yıl Noel ağacının süslerini yeniden kutusundan çıkarmayı bile düşlüyor, kendisininkileri ama annesininkileri değil."
"Bütün gün bir Vedanta derlemesini okudum. Evlilikte eşler birbirlerine hizmet eder. Birbirlerini yüceltir, birbirlerine yardım eder, birbirlerine öğretir, birbirlerini güçlendirirler, ama her şeyden önce birbirlerine hizmet ederler. Çocuklarını onurlu, sevecen ve üstlerine düşmeden yetiştirirler. Çocuk, evde bir konuktur, sevilecek ve saygı görecektir; ama sahiplenilmeyecektir, Tanrı'ya aittir çünkü. Ne harika, ne aklı başında, ne güzel, ne zor ve bu yüzden ne doğru."
"Halk huzurunda itirafta bulunan birinde her seferinde kulak verilecek şey, neleri itiraf etmediğidir. Hayatının belli bir döneminde (çoğu kez, söylemesi acıdır ama başarılı bir döneminde) bir adam, birden üniversitedeki bitirme sınavlarında kopya çektiğini itiraf etme gücüne sahip olabilir, yirmi iki ve yirmi dört yaşları arasında cinsel yönden iktidarsız olduğunu da söylemeyi seçebilir am abu yiğitçe itiraflar onun vaktiyle evde beslediği hamstere kızıp ayağıyla kafasına basıp basmadığını öğreneceğimizi garanti etmez.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
4 yorum:
Dün sehpada bi dergilerin bişeylerin altında buldum, son 20küsür sayfası kalmış, çantadan çıkarıp okurum diye oraya koymuşum ve orda kalmış. Çok iyi anlıyorum ne demek istediğini. Eheh.
Sen anlıyorsun beni zaten, fark ediyorum, sağol.
Bu kitabı İngilizce ve çok eski püskü duran bir baskısıyla okumuştum. O haliyle çok sevdim. Büyük açgözlülükle hızımı alamayıp Türkçesini de edindim, ama okuduğum şey bambaşka bir metin gibi geldi. Hiç sevmedim.
Yine de kitabın başlığını blogunda görünce içim bir hop etti.
Bu Salinger çevirisi problemine bir el mi atsak acaba? Üç kitapta da aynı şeyi yaşayınca biraz gaza geliyorum, ama sonra geçiyor.
Yorum Gönder