8 Haziran 2011 Çarşamba

Tatar Çölü- Dino Buzzati

Tatar Çölü benim canımı yaktı. Kendimle ilgili, hayatımla ilgili çok fazla şeyi önüme koyduğu ve beni düşünmeye zorladığı için canımı yaktı. Tercihlerim, yapabildiklerim, yapamadıklarım, özgürlüğüm, kapana kısılmışlığım, ailem, arkadaşlarım, ümitlerim... hepsi önümde şimdi. 

“Arkadaştılar, uzun yıllar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı tutkuları, aynı dostlukları paylaşmışlardıİ birbirleriyle her gün görüşmüşlerdi; sonra Vescovi ticarete atılmış, Drogo ise subay çıkmıştı, şimdi Francesco'nun kendisine ne kadar yabancı olduğunu hissediyordu. Artık bu kolay ve hoş yaşam kendisine ait değildi. Şimdiden kendi atıyla Francesco'nunkinin farklı olduğunu düşünüyordu, kendi atının yürüyüşü daha ağır, daha durgundu, hayvanı bile yaşamının değişmek üzere olduğunu hissediyordu adeta.”

“Annesi, dönüşünde Drogo'nun kendisine yeniden o dünyada hissedebilmesi ve orada, uzun yokluğuna rağmen yeniden bir çocuk olarak kalabilmesi için, odasını öylece saklayacaktı; yaa... demek ki annesi, bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine, oğlu geri geldiğinde kapı ve camları açmakla her şeyin eskisi gibi olabileceğine inanıyordu.”

“Nihayet kendisi gibi bir adam, birlikte gülüp şakalaşabileceği, kendilerini bekleyen yaşamdan sözedebileceği avcılıktan, kadınlardan, şehirden, şu anda Drogo'nun gözünde çok çok uzal bir dünyaya gömülmüş olan şehirden sözedebileceği dost bir varlık bulmuştu.”

“Kale, ona dahil olacağını asla düşünmediği, ama gözüne kötü göründüklerinden değil, yalnızca alıştığı yaşamdan çok uzak olduklarından dolayı düşünmediği meçhul dünyalardan biri olarak görünüyordu.”

“Kalede geçirdiği yirmi iki yılın sonunda bu askerde geriye ne kalmıştı? Tronk, dünyanın bir yerlerinde kendisine benzeyen, üniforma giymeyen, kentte gezinebilen ve akşamları arzularına göre ister yataklarına ister sinemaya, ister kabareye gidebilen milyonlarca insan olduğunu hâlâ anımsıyor muydu acaba?”

“Tabii ki, diğerlerine, subay arkadaşlarına karşı bir erkek gibi davranması, onlarla gülüp birbirinden açık saçık asker ve kadın hikâyeleri anlatması gerekiyordu. Ama gerçeği annesine söylemezse kime söyleyebilirdi ki? Ve bu akşam Drogo'nun gerçeği, cesur bir askerin gerçeği değildi, ciddi Bastiani Kalesi'ne layık bir gerçek değildi, arkadaşları, yol yorgunluğundan, bu karanlık kale beenlerinin baskıcı yapısından ve kendisni tam bir yalnızlığın içinde bulmasından oluşan bu gerçeği duysalar, gülerlerdi.”

“Evde şehirde, tüm saatler salonların büfelerindeki bardakları hafifçe çınlatarak, farklı tınılarla onu çalıyor olmalıydı; mutfaktan bir kahkaha; sokağın karşı tarafından bir piyano sesi geliyor olmalıydı. Drogo, oturduğu yerden, daracık, neredeyse mazgal deliği gibi bir pencereden kuzeydeki ovaya, o hüzünlü araziye bakabilirdu; ama şu an için karanlıktan başka bir şey görünmüyordu.”

“İnsanlar, “şu nehri aştıktan sonra on kilometre daha gidince varırsın,” diyeceklerdir. Ama, buna karşılık yol hiç bitmeyecektir, günler gitgide kısalacak, yol arkadaşları seyrekleşecek, camlarda hareketsiz, donuk, kafalarını sallayan suratlar görünecektir.”

“Ama Drogo, zamanın ne olduğundan habersizdi. Önünde tanrılar gibi, yüzlerce gençlik yılı olsa dahi, ona düşen pay hep küçücük olacaktı. Oysa onun önünde, tersine, basit ve sıradan bir yaşam, cimrice verilmiş bir armağan gibi, yılları parmakla sayabilecek ve insan tanıyana kadar eriyip gidecek küçük insani bir gençlik vardı.”

“Halbuki yirmi iki ay uzundur, birçok şey olabilir: Yirmi iki ay yeni ailelerin kurulması, çocukların doğması hatta konuşmaya başlaması, otların olduğu yerde kocaman bir evin yükselmesi, güzel bir kaıdnın yaşlanıp, artık kimse tarafından arzu edilmez hâle gelmesi, bir hastalığın, en uzun hastalıklardan biri dahi olsa, harekete geçmesi (ki bu arada, insan, kaygısız yaşamaya devam eder), yavaş yavaş bedeni kemirmesi, bir süre duraklayıp iyileşme umudu vermesi, sonra daha da derinleşerek yeniden ortaya çıkıp son umutları kemirmesi için yeterlidir.”

“Halbuki öyle güzel bir Ekim günüydü ki, güneş berrak, hava hoştu, yani bir muharebe için düşlenebilecek en uygun zamandı.”

“Evin kapısı açıldığında, Drogo birdenbire, çocukken yaz tatili sonunda şehre döndüğünde duyduğu o tanıdık kokuyu duydu. Bu bildik ve dost bir kokuydu ama yine de bunca zaman sonra içine bayağı bir şeylerin karıştığını hissetti. Evet, bu koku Giovanni'ye, geçmiş yılları, pazar günlerinin hoşluğunu, neşeli akşam yemeklerini, yitip gitmiş çocukluğunu anımsatıyor ama aynı zamanda da kapalı pencereleri, ev ödevlerini, sabah temizliğini, hastalıkları, kavgaları, fareleri de düşündürüyordu.”

“Deniyor ama tüm çabalarına karşın eski sohbetleri, şakaları, kullanılan sözcükleri yeniden hayata geçirmeyi beceremiyordu.”

“Eskiden adımları uykunun arasında bir çağrı gibi annesine ulaşırdı. Geceleyin duyulan tüm gürültüler bu ayak sesinden kuvvetli olsalar bile annesini uyandıramazlardı; ne sokaktaki at arabaları, ne çocuk ağlamaları, ne çarpan bir pancur, ne bacalardaki rüzgarın sesi ne yağmur, ne de mobilyaların gıcırtısı uyandıramazdı onu. Ancak oğlunun ayak sesleri uyandırabilirdi, ama bunun nedeni bu ayak seslerinin çok gürültü çıkarması değildi. Bunun, o ayak seslerinin oğluna ait olmasından başka hiçbir açıklaması, hiçbir nedeni yoktu.”

“Drogo bu karşılaşmanın kendisi için çok heyecanlı olacağını, yüreğinin çarpacağını düşünmüştü. Ama, kızın yanına gidip de gülüşünü yeniden gördüğünde “Ah Giovanni, nihayet geldin!” diyen sesini duyduğunda (bu ses düşlediği sesten öylesine farklıydı ki), geçen zamanın ayırdına varabildi.”

“Yirmi yıl önce gitmek, yaz harekâtları, atış talimleri, atyarışları, tiyatroları, baloları, güzel kadınlarıyla garnizonlardaki sakin ve parlak yaşama katılmak istiyordu. Ama öyle yapmış olsaydı tüm bunlardan şimdi elinde ne kalmış olacaktı ki?”

“Kendini böyle uykuya dalmış bir biçimde düşünmeye çalıştı, gözünün önüne hiçbir zaman göremeyeceği çok özel bir Drogo geldi. Kendi bedeninin hayvansı biçimde çökmüş, karanlık kaygılarla sarsılan, zorla soluyan görüntüsü, yarı açık ve sarkık ağzı gözünün önüne geldi. Halbuki o da bir zamanlar, bu çocuk gibi uyumuş, o da zarif ve masum olmuştu, kim bilir belki de hasta, yaşlı bir subay, acı bir şaşkınlıkla durup kendisine de bakmıştı. Zavallı Drogo, diye düşündü, bunun nasıl büyük bir zaaf olduğunun farkındaydı, ama sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimsesi yoktu.”

“Çünkü açık havada, kargaşanın ortasında, henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde; evde, sevgi dolu ilenmeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor bir şey olamazdı.”

*Kitaba kendimi çok kaptırdım diye o noktalama işaretlerini, bağlaç kullanımlarını fark etmedim sanılmasın. Üzüntüm azaldığı zaman İletişim'i ayıpladım. 

2 yorum:

medgallis dedi ki...

ben tatar çölü' ni üç ayrı yayınevinden okudum. en kötüsü düşmüş bahtınıza.

yine de, ilk paragrafa ve peşi sıra alıntılara bakınca görmüşsünüz görmeniz gerekeni diye düşündüm.

seyyarat dedi ki...

Görmem gereken neydi emin değilim, ama göreceğimi gördüm cidden.