Millyetçilik, din, aşk, sevgi Kurtuluş Savaşı sonrası nasıl en iyi şekilde bir romanda harmanlanır diye sorulsa, bu kitabı gösteririm. Adıvar, annesi ölmüş, babası kim bilir nerede görev yapan bir Türk subayı olan Aliye'yi kimsenin gitmek istemediği bir kasabaya öğretmen olarak gönderiyor. Bu kısmı pek tanıdık. Taşraya seve seve giden idealist öğretmen. Bundan sonrası benzerlerinden ayrılıyor. Aliye, şu anda da herhangi bir köyde, kasabada hatta kasaba havasından sıyrılamamış şehirlerle yalnız bir kadının yaşayacağı şeyleri yaşıyor. Benzer romanlarda yaralı askerlere bakarken komutana yahut doktora aşık olan meslektaşları gibi değil.
Sonrasında ise gerek Aliye'nin gerek kasabadakilerin her yaptığı ahlaki değerlere ve dine dokunan normatif ifadelerle anlatılıyor.
Zayıf olmasına rağmen -en sevdiğim kısım- her göreni kendine aşık eden Aliye'ye elbette hem kasabadakiler hem Kuvayı Milliyeciler hem de düşman askerleri aşık olacaktı. Hikayede çok yer size tanıdık gelebilir, ama emin olun Halide Edip Adıvar çok iyi anlatmış. Bilhassa kadınların, bu kitabı okuyup da yüksek ölçüde milliyetçi hislere kapılmamaları mümkünmüş gibi görünmüyor. Şimdi bile "Allah belanı versin Fettah Efendi!" diyebilirsiniz okurken.
"Onun şimdiye kadar erkeklere yüz vermemesi filan hep ağızdı. Nmuslu olsa yüzü açık gezer miydi? Namuslu olsa yüzü açık gezer miydi?"
"Bütün güçlü erkeklerin yumuşadıkları zaman etrafa verdikleri sonsuz güven, tespih çeken Ömer Efendi ile sofrayı hazırlayan Gülsüm Halanın kalbine garip bir surette işliyordu."
"Caminin önünde Fettah Efendi kollarını abdest almak için sıvarken, ay ışığında sonsuz, beyaz ve bomboş uzanan meydana baktı. Bulanık ve çapaklı gözleri kan içinde gülüyordu. İhtiyar dudaklarının arasında dökük dişlerinden siyah ve boş ağzı, çirkin bir delik gibi açılıyordu:
-O kahpeye şeriat burada cezasını verecek! Hele sen, yarın sabah erken gel; hangimizin (...) kasabasına debdil gideceğini kararlaştıralım."
"İhtiyar dedenin sesinde yüzyılların getirdiği bu Mevlevi kültürünün ince içliliği, her perdede derece derece yükselen büyük bir sanatın sükun ve sadelik çerçevesinden çıkan bir heyecanı vardı. Aliye, bu kadar derinden duyduğu bir şey hatırlamıyordu."
"Bu dedenin derin yüzü, güzel sesi onu Allah'a yükselten bir aziz vecdiyle sarsmıştı. Halbuki bu güzel caminin duyduğu meydanda daha kaç gün önce başka bir adam, ödevi kutsal bir din adamı, ona cehennem ve azap dakikaları yaşatmıştı. Nasıl olur da bu kadar insanlıkla, bu kadar acıma ve iyilikle dolu bir dinden Hacı Fettah Efendi o kadar kabusa benzeyen bir azap ve işkence çıkarıyordu?"
"Bütün debdebe, şöhret ve servetini Türk kanı ve Türk malı ile elde eden bu kıyıcı Türk düşmanı, sonunda, her şeyini küçük bir Türk kızının ayaklarına atıyordu. Dünya ne garip, ne garip bir şeydi."
"-Nişanlınızı çok sever misiniz?
-.......
Yaver atıldı:
-Türk kızları, böyle lakırdıları konuşmazlar, komutanım. Matmazel utanıyor."
"İhtiyarda öyle bir kuruluk, bütün insanlıkta, hatta dinde sığınacak ve dayanacak yer aramanın boş bir hayal olduğunu gösteren öyle hain ve alaycı bir zulüm vardı ki, Aliye önce ağzını açıp Hacı Fettah Efendinin elçilik ettiği her şeye lanet etmek istedi. Sonra kendi de nasıl olduğunu anlayamayacağı bir fikir zinciriyle mevlit akşamını hatırladı. Hayır, din bu değildi. Bu çirkin ve kaba Hacı Fettah Efendinin elçilik ettiği şey, din değildi. Din, nurlar içinde sonsuz bir rahmetin, şefaatin meydana çıkışıydı. Kundakta ümmeti için şefaat isteyen peygamberin, asi ümmetine sığınak olan büyük Muhammed'in diniydi. Hacı Efendi, din perdesine bürünmüş, dünya yüzünde şeytanın insanları üzmek için gönderdiği bir elçiydi"
"Fakat kendisinin Tosun'a karşı aşkıyla Tosun'un kendisine karşı aşkında çok büyük fark vardı. Tosun, onun için biricik şeydi. Fakat Aliye, Tosun'un hayatını sarsan büyük tutku içinde sadece bir parça, bir zerre idi. Zavallı küçük kız bilmiyordu ki, aynı güçle birbirine bağlı olan büyük aşklari hep masallardadır. Kendi temiz kalbinin taşıdığı, bütün dünyasını dolduran aşk çölünde tek ve yalnızdır. Garip bir önsezi ile kendisinin Tosun'a her şeyi (her şey nedir henüz bilmiyordu) vereceğini, Tosun'un gece geçen gemiler gibi onun sessiz hayatında bir defa ışığını gösterdikten sonra geçeceğini hissediyordu. Bilmiyordu ki:
"Kârban-ı aşk ıssız bir beyabandan geçer."
"O gece rahmet ve şefaatini insanlara vadeden dinin teselli ve iyiliğini çözümlemeksizin anlamıştı. Mevlit okuyan dedenin ruhani yüzü, belli belirsiz ışıklar arasından ona bakıyor gibi geliyor; o insanın zaafını ve çaresizliğini bilen tatlı ve güzel sesin, kulağına, sevgilisi için feda ettiği körpe hayatını kutsadığını hayal ediyordu. Aynı dinin kuvvetli bir mümini olan Hacı Fettah Efendinin tutkuyla, hileyle, kin, öfke ve zulümle dolu çirkin yüzü bir zebani hayali gibi kafasından geçmek istedi; fakat Aliye, onu artık düşünmek istemiyordu."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder