Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden henüz burada bahsetmesem de zihnimin bir köşesinde hep duran romanlardan biri. Huzur ise ne zaman dışarıda olanlarla içimdekileri bir arada düşünsem aklıma gelen kitaplardan biri.
Dün akşam iftar ederken bir yandan oruç tutmadığı için dayak yiyenlerin haberlerini okuyor, bir yandan da Arakan'dan kaçan Müslümanların bir parça kuru ekmekle yaptıkları iftarın görüntülerini izliyordum. Kimin daha zalim, kimin daha mazlum olduğu tartışmaları dönüp dururken ayranımı içip haberleri seyre devam ederek ben ne yapıyordum acaba? Nerede duruyordum?
İkinci Dünya Savaşı çıkmak üzereyken Nuran'ın aşkından deliren Mümtaz, İhsan'la arasındaki ilişki, tam bir pislik diyebileceğimiz Suat ve Nuran'a davranışı da bunları düşündükten sonra aklıma gelenlerden.
İyi çizilmiş karakterlerden, ince mesajlardan bahsetmeme, güzel, bunu okuyun dememe gerek var mı?
"Hiçbir meselede Nuran, Mümtaz’ın hayatını tasarrufa kalkmamıştı. Sevginin insan hürriyetine bir tecavüz olmamasını istiyordu. Mümtaz, ömrünü ve hayatını ona hediye ettikçe, o tıpkı eski ve cömert Abbasi halifeleri gibi hepsini birden kabul ediyor, sonra yine ona iade ediyordu. “Benimdir, fakat sende kalsın…” Hâlbuki bu latif istiğnanın sahibi hiç bahsetmeden sözünü bile açmadan bütün ömrünü, günleri gibi Mümtaz’a vermişti. Fakat Mümtaz bu cömertliğin yanı başında, hiçbir kuvvetin, hatta aşkın bile zorlayamayacağı bir iç kalenin, bir istiklal fikrinin hiç olmazsa kendisine sadık kalma, kendi kendisini yalancı çıkarmama arzusunun bulunduğunu seziyordu."
"Sonra, eve döndüğünden beri akrabasına karşı olan sevgisinin daha başka bir hal aldığına dikkat etti: “Acaba hep alışkanlık mı? Hep yanımızdakileri mi seviyoruz?” dedi."
"Bir yığın adres almış, telefon etmişti. Fakat bizim memlekette aranan kaybolur. Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir."
"Evvela güvercinlere baktı. Sonra dayanamadı yem dağıttı. Bunu yaparken içinde bir taraf, çocukluğunda olduğu gibi Allah’tan bir şey istemesini söylüyordu. Fakat Mümtaz artık gündelik işlerin içindeki Tanrı düşüncesini karıştırmak istemiyordu. O, insanda yıpranmamış, sağlam, her türlü tecrübeden uzak, yalnız hayata dayanmak için kuvvet veren bir memba gibi durmalıydı."
"Mümtaz, kendisinin doğduğu senelerde semt hanımlarına olan aşkını bazen aynı mahalle mescidinin minaresinden bütün semte kurtarıcı davetin ayrılmaz bir parçası gibi bir günde beş defa ilan eden bu eski zaman hovardasına bayılıyordu. Tevfik Beyin çok efendice bir Epikürcülüğü vardı ki, yalnız, ağarmış bıyıklarını ellerinin tersiyle silerken, gözlerinde toplanan kısık bir haz ifadesinde kendini açıkça gösterirdi."
"Nuran’ın dayısı bir gün laf arasında ona, bizim çapkın diye tanıdığımız ve herhangi bir ömür muhasebesini yaparken yahut iflas etmiş bir hayalin tesiri altında kaçırdığımız eğlenmek fırsatları arkasından üzülürken kıskandığımız insanların çoğunun, “bir kadını layıkıyla sevmek fırsatına ermemiş yahut bu fırsatı kaçırmış insanlar olduğunu, onların peşinde koştukları bir keyfiyeti, bir ideali, aynı tecrübenin bir yığın tatsız tekrarıyla telafiye çalıştıklarını” hülasa kıskanılacak olanların Mümtaz gibi tek sevgiyle yaşayanlar olduğunu söylemişti."
"Tevfik Beye göre, uzviyetlerin birbiriyle tanışmasından evvel sevişmek imkânsızdı. Romancıların kabahati, hikâyelerini, asıl başlaması lazım gelen yerde bitirmeleriydi. Çünkü asıl aşk uzviyet tecrübesine dayanan, onunla devam eden aşktı. Bu itibarla ilk ciddi ten tecrübesinde ihanete uğrayanlar, ömürlerinin sonuna kadar, eğer tesadüf denkleri ile karşılaştırmazsa, mahzun arayışlarına devam edeceklerdi."
"Genç kadın onun dostluğunda bütün imkânlarının açıldığı müstesna iklimi bulmuştu. Bu yüzden her hevesi, her hareketi, her düşüncesi, küçük dargınlıkları, naz ve şımarıklıkları, ufak tefek çolpalıkları bile etrafına bir yığın sır ve güzellik getiren, hayatın nizamını çok mesut buluşlarla değiştiren, sanat kadar mucizeli oyunlar haline gelmişti."
"Bu acayip şeyleri Nuran’a anlatamayacağı için mahzun oluyordu. Mümtaz, Nuran’ın garip şeyler müteahhidiydi. Genç kadının hiç sarsılmayan şüpheciliğini, düzgün düşüncesini, şuradan buradan topladığı acayip hikâyelerle karşı karşıya bırakmağa bayılırdı."
"Bazı eski medeniyetlerde ölenle eşyasının beraberce yanması veya gömülmesi ne güzel adetmiş. Fakat insan sade ölürken bırakmıyordu ki… İki ay evvel Mümtaz en beğendiği kol düğmelerini bir arkadaşına hediye etmişti. On beş gün evvel yeni ciltlettiği kitabı bir takside unutmuştu. Sade bunlar mıydı? Birkaç ay evvel sevdiği kadın yaşama iradesini tek başına kullanmak istemiş, ondan ayrılmıştı. İhsan evde hasta yatıyordu. Dokuz gündür zatürree onu yakalamış, yavaş yavaş bugün bulunduğu o dar geçide kadar sürüklemişti. Her an çok fena bir şey olabilirdi. Hayır, insan sadece ölürken ayrılmıyor, arkada bırakmıyordu. Belki bütün ömrünce her an birçok şeyler onu arkada bırakıyordu. Sonra olduğu yerde birdenbire kabuklaşıyor, çok ince, görünmez bir şeyle o anda etrafında olanlardan ayrılıyordu. “Biz mi gidiyoruz, onlar mı?” sual buydu…"
"Kapının önünde kalmıyoruz ki, evin içine giriyoruz, ona sahip oluyoruz, benimsiyoruz, benimdir diyoruz, istiyoruz, memnun oluyoruz. Gidenin arkasından ağlıyor, gitme diye eteklerine yapışıyoruz. Hiçbir şeyi kendimizden ayırmıyoruz."
"Hakikaten bu kızda hoşuna giden bir taraf vardı. Zalim, şımarık, hodbin, beyinsiz, fakat güzeldi. Bir meyve gibi tatlı ve çekiciydi. Onu beğenmek, sevmek, arzu etmek için hiçbir hazırlığa ihtiyaç yoktu. Kumral saçların daima değişen, daima dalgalı çerçevesinden bu yüzü kendine doğru çekmek, bu dişlerin parıltısını öperek, ısırarak kapatmak yetişirdi. Kuyu gibi fakat aydınlık, lezzetli bir an. Ondan ötesini düşünmek, bir ufuk aramak manasızdı."
"Fakat hangi İstanbullu bindiği vapurda kimlerin bulunup bulunmadığını merak etmez?"
"Fakat Nuran’ın tebessümü, başının üstüne bütün bir mevsim gibi toplanmış kumral saçları onu hayatın siyasetten, çekişmeden başka, onların çok üstünde, daha çok güzel ve daha iyiliğe götürücü ufukları olduğuna, saadetin bazen insana bir metre kadar yaklaşabileceğine, dünyanın zannedildiğinden çok iyi kurulduğuna inanıyordu."
"Bir gün Küllük’te büyük bir tarihçimizin insanları, “Esafil-i şark, Nizam-ı âlem, Şiş” diye üçe ayırdığını işitince bu tasnifi genişletmişlerdi. Yamyamlar, herhangi bir ideolojide, sağ veya sol, mutaassıp olanlardı. Katiller, birtakım meseleleri olan ve her gördüklerine onlardan bahsedenlerdi. Telaşlı katiller, bu meseleleri fazla enfüsileştiren, isyan hissiyle dolu olanlardı. Müntehirler ise bunları iki taraflı azap haline sokanlardı."
"Dostoyevski, içinde bulunduğumuz çıkmazı en iyi gören adamdır."
"Bu olgun, zarif, güzel kadında güneşin öz bahçesi imiş gibi baştan başa aydınlık ve füsun olan bir taraf vardı, o zamana kadar tanımadığı, kendisinde eksik sandığı bir taraf, sadece meşguldü, onun varlığı ile dolup boşalmağa hazırlanıyordu. Her düşünce serin bir uyanış durumunda değişiyor, uzviyetin derinliklerinden gelen küçük ve esrarlı dalgalar, unutulmuş hayat şarkılarını tekrarlıyordu."
"O da biliyordu ki, sevmek, mesut olmak, sevmeden evvel tanışmak, sevdikten sonra unutmak, hatta düşman olmak olağan şeylerdi. Fakat denizde yıkanmak da öyleydi; uyumak da öyleydi. Her şey, herkeste olduğu gibiydi. Tecrübenin yeni ve ilk olmaması onun ruhundaki şevki eksiltmiyordu. Kendisinde mademki ilk defa oluyordu, mademki ilk defa teni ve ruhu beraberce harekete gelmişler, tam bir terkip bir anlaşma içinde mesuttular. O halde yeniydi."
—Hakikaten hiçbir büyük işe hevesiniz yok mu?
—Büyük işe, hayır… Fakat bir işim olduğunu biliyorsunuz. Bunu yapıyorum, o kadar.
Büyükten korkuyordu. O tehlikeli bir şeydi çünkü çok defa hayatın dışına çıkmakla oluyordu. Yahut insan serbest düşünceyi kaybediyor, hadiselerin oyuncağı oluyordu.
—O zaman insan kendisinin veya hadiselerin ağında kayboluyor. Hakikatte bu konserde büyük küçük yoktur. Her şey ve herkes vardır. Tıpkı etrafımız gibi. Hangi dalgayı, hangi ışığı atabilirsiniz? Onlar kendiliğinden yanarlar, sönerler. Gelirler, giderler, tezgah durmadan işler. Fakat siz niçin saadeti aramıyorsunuz da büyük iş arıyorsunuz!
"O gün Nuran’da her şey Mümtaz’ı çıldırttı. Kendi kendisini aşka veriş şekli, hazza sakin bir limanda bekleyen gemi gibi hazırlanmış yüzünün mahmur İstanbul sabahlarını hatırlatan örtülüşleri, yaşanan zamanın ötesinden gelir gibi tebessümler, hepsi ayrı ayrı lezzetlerdi ki tattıkça hayran oluyor, bir insandaki bu sonsuzluğa, zamanın birdenbire değişen, adeta birbiri peşinden gelen ebediyetler gibi ağırlaşan ritmine şaşıyordu."
"Nuran, Emirgan’daki evi pek severdi. Yokuşu duymuyorum artık, O kadar alıştım. Bu, sana doğru gelmek olduğu için beni yormuyor. İlk defa Nuran’dan bunu işittiği zaman Mümtaz şaşırdı. Çünkü her şey üzerinde o kadar konuşan, kendisine ait her şeyi anlatan genç kadın, ona, aşklarına dair tek kelime söylememişti. Hatta mesut musun? sualini bile lüzumsuz bulmuştu. Onun için aşk, hislerin kelimelerle israfı değil, Mümtaz’ın ruhundaki fırtınaya olduğu gibi kendisini teslimdi."
"Kırk sekiz saatten beri hayatı alabildiğine büyüyor, alabildiğine genişliyordu. Daha kim bilir, neler, kimler girecekti. Bütün bunlar, hepsi bir kadını sevdiği, onun tarafından sevildiği içindi. Yaşamak, başkaları tarafından muhasara altına alınmak, yavaş yavaş boğulmaktı. Yaşamak…"
"Kendimizi verdiğimiz düşüncenin arasında, hepimizin alışık olduğumuz bu seslerin, kendilerini göstermeden, adeta bir metinde lüzumsuz bir virgül, bir nokta gibi gelip geçişleri vardır. Sonra yavaş yavaş zihin sadece bekleyişten ibaret bir hayata başlayınca bu sesler günün merhalelerini işaret eden alametler olurlar, nihayet vakit gelip de Nuran gelmeyince daha evvelki tecrübelerin acı hatıralarına kalb olurlardı. Saat ona doğru yoğurtçunun sesi, sadece ev kadınlarına ilk kolaylığı bahşetmekten başka bir şey ifade etmezken, on ikiye doğru adeta düşüncesini Nuran'ın gelişi meselesine teksif etmeği genç adama hatırlatır, ikide aynı satıcı aynı sesle Nuran'ın gelmesi saatidir, diye haykırır,
üç, üç buçukta, "Bugün de geçen haftaki gibi olacak, gelmeyecek!" der, akşama doğru ilk karanlık arasından bağırdığı zaman ise bu sesin kıvrımlarında "Ben sana söylemedim mi?" gibi bir nevi itap başlardı.
Mümtaz için, Nuran’ı beyhude yere beklediği bu günlerde, saatler, ümitten ye’se doğruağır ağır çehresi değişen bir mahluktu. Sabahleyin ümidin beşuş çizgileriyle gülümser, öğleye doğru şüphe ile sevinç arasında üzülür ikindide."
"Maziyi ihmal edersek hayatımızda ecnebi bir cisim gibi bizi rahatsız eder, terkibin içine ister istememz sokacağız. O, kendisinden gelmemiz lazım gelen bir şeydir. Bu devam fikrine bir vehim de olsa muhtacız. Kaldı ki, dün doğmadık. En çetin realitemiz budur. Sonra hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir hazine, bazen de bir seraptır. Uzaktan namütenahi bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı, beş on motifin ve modanın içinde kalırsın yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. Klasik yahut yüksek tabaka kültürü, ondan birçok yerlerde kopmuşsun... ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış."
Ben milliyetçiyim, bir mefhuma çok yakın bir realitenin adamıyım. Fakat bu demek değildir ki halka yabancıyım, bilakis onun emrindeyim.
—Fakat ıstırabını görmüyorsunuz?
—Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum. Onu mazlum gördükçe bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum. Niçin o kadar çok ıstırap çekiyoruz; yani bütün dünya. Çünkü hürriyetin uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği doğuruyor. Ben aynı silahlarla mukabeleyi bırakmak istiyorum. Ben Türkiyeyim. Türkiye benim adesem, ölçüm ve realitemdir. Kâinata, insana, her şeye oradan, onun arkasından bakmak isterim.
Talihimizin en hazin tarafı neresidir, biliyor musun Mümtaz? İnsanın yalnız insanla meşgul olması. Bütün bina onun üzerinde kuruluyor, dışarıda ve içeride. Farkında olsun olmasın, insan insanı malzeme gibi kullanıyor. Kinimiz, garazımız, ümidimiz hep onunla. Dilenciyi ve fakiri çıkar, merhamet ve gufran kalmaz, birdenbire fakirleşiriz. Hayır, insan insanla meşgul. İnsanoğlu insana yüklenerek yaşıyor. Hatta sanatkârlar bile; senin o evliya ruhlu dediğin insanlar bile. O gece Dede Efendi bize nasıl yüklenmişti? Şimdi son defa için dinlediğim keman konçertosunda Beethoven bana nasıl yükleniyor? Hatta onlar, ötekilerden daha fazla. Çünkü üst üste kendi ruhlarının hastalıklarını bize aşılıyorlar.
—Hayır, sen yalnız Nuran’la meşguldün. Bu da gayet tabiiydi. Herkes için mukadder bir tecrübeden geçtin. Şimdi hayata açılacaksın! Hislerinin değil, düşüncenin adamı olman lazım! Suat sizin saadetiniz üzerinde ısrar ettiği için kendini yıktı. Hiçbir şeyi kendimize kader yapmağa hakkımız yoktur. Hayat o kadar geniş ve insan o kadar büyük meseleler içinde ki… Onu kavramak için düşüncelerimizde ve hayatımızda hür olmalıyız. Mesuliyetini taşıyacağın fikrin adamı ol! Onu kendi uzviyetinde bir ağaç gibi yetiştir. Onun etrafında bir bahçıvan gibi sabırlı ve dikkatli çalış.
"Bu kıskançlıktı. Aşkın öbür çehresi olan kıskançlık. Bütün hazların ve saadetlerin, bizi mesut eden tebessümlerin, ahitlerin, ümitlerin tekrar gerisin geriye dönüp, keskin bıçaklar, çok keskin neşterler halinde içimize sağladığı kıskançlık. Mümtaz’ın aylardır tanıdığı ve tattığı bir şeydi bu. Çoktan beri aşkın kadehi onda ikileşmişti. Birisinden çıldırtıcı ihsasların içkisini içerken, her dakikası bir duaya benzeyen saadetinin ortasında, birdenbire bir el avuçlarının ortasına ikincisini sıkıştırıyor; birdenbire en ihtişamlı sarhoşluktan, sefil acıların, küçük duyguların, zelil şüphelerin âlemine uyanıyordu."