29 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir Dünyadan Bir Dünyaya- Samiha Ayverdi


Samiha Ayverdi hakkında çok yorulmadan bir şeyler okumak isterseniz buraya ya da buraya bakabilirsiniz. Biraz daha merak ederseniz bu kitabı okuyabilirsiniz. Göreceğiniz sadece Samiha Ayverdi'nin yaşantısı olmayacak bu kitapta. 1905 ile 1974 yılları arasında bu topraklarda yaşananlara dair farklı bir bakış açısı da görmüş olacaksınız. Ve daha sonra merak edebilecekleriniz için de buraya bakabilirsiniz. 

“Şöyle ki, âile çevresinde ve eş dost arasında, âdetâ garâbete misal olarak, bir buçuk yaşından sonra gündüzleri uyutulamayan bir çocuk olduğumu çok dinledim ve mevzû, ancak seneler sonra eskiyebildi; hayli de zor unutuldu.
Gerçekten de, bütün gayretlere rağmen uyutulamıyordum. Ama ağlamıyor, sâdece dinliyor ve düşünüyordum.”

“Âdetâ ilâhî bir zevkle dinlediğim ninni: “Kov bostancı danayı, yemesin lahanayı...” derken, bostancının danayı çitten mi yoksa kapıdan mı kovaladığını düşünüyordum.”

“Anamın ak sütünden sonra, turunç kokusu sinmiş kekre bir suyu emmek aman ne kötü ne iç bulandırıcı bir tenezzüldü. Hemen elimden şişeyi atarak başımı sandıktan çıkardım. Bu son tecrübe ile artık vaziyetimi idare etmenin ve irademin üstüneki bir iradenin mağlubu olmayı kabul etmenin çaresizliğine inanmış bulunuyodum.”

“Şu hâlde Mehmetçiği Mehmetçik yapan, onu tepeden tırnağa sarıp hükmü altına alan bir “ilâ-i kelimetullah” aşkı idi. Zâten Şark Türklüğünün Garb'a akışındaki gerçek gaye bundan başka ne idi? Türk'ün ebedî “Kızıl Elma”sı, ilâ-i kelimetullah aşkı.
Ya sönerse, ya bütün bir milletin bütün bu müşterek gayesini söndürürlerse ne olacaktı? İnkıraz etmiş yıldızlar gibi bir müddet parlamakta devam etsek de, sonunda tarih göklerinde kararıp sönecektik.
Ama hayır.. İçim bunu reddediyor, işin oralara kadar gitmeyeceğini, gene “kelimetullah”ın elimizden tutup bize yol göstereceğini haber veriyordu.”

“Bizimle bir çocuk gibi oynayan dayımın neş'eli yüzü, geniş tebessümünün açıkta bıraktığı o bembeyaz müstesna dişleri, âhenkli sesinden fışkıran neş'e, adeta tadı damaklarında kalmış çocukluğunun, bir an için dahi olsa, uyanıp geri gelmesinden başka ne olabilirdi?”

“Başsız ayaksız olarak birlik katından dünyaya, bu zuhur, bu yaratılış zeminine gelinceye kadar geçtiğimiz menzillere ve haşır neşir olduğumuz alemlere yol bulmak, suret ve kesret sınırlarının katında karar kılmak; işte yaratılışında da, ilmin de, amelin de gayesi ve insanlığın yüz akı yüce saadeti bundan ibaretti.”

“Aradan yıllar ve yıllar geçip de tarihin uyarıcı mızrağı hadisenin kabuğunu delip, iç yüzünü gösterdiği zaman, Müslüman Türklüğü alem haritası üstünden silmek kararını vermiş bulunan Avrupa'nın bir oyununu daha meydana çıkardı.”

“Medreseye ise, içine taassup bakterileri girip, hasta düşrek kemikleşinceye kadar, dünyaya parmak ısırtan bir ilim ve irfan ocağı demek caizdi.”

“Evet düşmanlarımızın hepsi kendi çıkarlarını biliyorlardı. Ama Türk geçinen ve hele kendilerini vatan kurtarıcısı zanneden İttihatçılar'ın memleket realitelerinden haberleri yoktu.
Yahudi menfaatlerinin kısmen şuurlu, kısmen de gafil birer aleti olan İttihatçılar, gerçekten de zavallı kimselerdi.”

“Haram ile helâli, doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini, mektep sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil ne kadar bahtiyardır. İşte kütlelerin mukaddes bir zincir hâlinde birbirine emanet ettiği bu terbiyeyi devam ettirmek, Türk ailesinde bir iman borcu idi. Onun için de aile, Türk fikriyat ve ahlakının bir mecellesi olmuştu. Bu yüzden de Müslüman-Türk'ün tarihi düşmanları bu temel değere nişan aldılar, onu vurdular ve devirdiler.”

“Bin yıllık Türk tarihi, beşeriyete huzurlu bir nefes aldırma esasına dayanan İslamî prensiplere sıkı sıkı sarılmış ve bu hazır nizamnameden, hem kendi hem de hakim devlet olarak idaresine almış olduğu kavimleri faydalandırarak prensiplerini amel haline getirmiş, böylece de bahtiyar olmuş, çevresini de bahtiyar eylemiştir.”

“Gerçi patlıcancı, Türkiye Yahudilerinin belki en cahillerinden biri idi. Fakat topraklarımızda yaşayan hemen bütün azınlıklar gibi, bir iman borcu bildikleri Türk düşmanlığını, daha emekleyen bir çocukken şifahî kültürlerinin içinde bulmuş ve gözlerini dünyaya bu anlayışla açmışlardı. Onun için de şuurlu idiler.”

“Ama bugün yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın dikkatle üstünde durması gereken tehlike, yeryüzünü baştan başa Yahudileştirmek idealinin peşinde olan siyonizm savaşı, yani Yahudi emperyalizmidir. Binlerce senedir bu hakimiyet idealini besleyip ayakta tutan da, sadakatle bağlı bulundukları ırkçı ve şeriatçı Tevrat anlayışı olmuştur.”

“Türklüğü inkıraza iten ne Şarklılığı ne de Şark'ta doğmuş müslüman imanı idi. Haçlı Garb'ı ise, yüzyıllar boyu kralların ve derebeylerinin birer paryası hâlinde yaşadıkları cehalet ve gafletten kurtaran da hristiyan imanı değildi.”

“Çünkü Garb, vahşi kütleler halinde yaşarken, Şark, ilim irfn ve hikmet meş'aleleri ile dünyayı aydınlatan büyük medeniyet merkezlerine sahipti. Ancak devirler geçip gözlerini uğuşturarak uyanan garb, yarışa geçip Şarkın mirasına konarak, onu geride bırakırken, bu yarışa iştirake yanaşmayan Şark, olduğu yerde kaldı ve durmanın düşmek olduğunu bilemedi.”

*Fotoğraflar Kubbealtı'ndan, kronolojik sıra ile.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Hancı- Samiha Ayverdi


“Handır bu gönlüm, yâ misafirhane..
Derd konuklar, derman konuklar, hayâl konuklar, melâl konuklar; mümkün konuklar, muhâl konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan.
Handır bu gönlüm, yıkık, dökük..
Fakir konuklar, zengin konuklar, âlim konuklar, câhil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan..”

“Kimsin? diye sordular.
Bu dünyâda işi bitenim! dedim.
Öyle de neden sefere çıkmazsın? dediler.
İşi bitmemiş olanlara yoldaşlık etmem muraddır, dedim.”

“Ben geceyim, gün isterim. Ben ateşim, kül isterim. Ben şiirim vezn isterim.
Ben derdliyim, şifamı ver. Parça değil tam isterim. Tükenmişim, çâremi bul. Bütünlenmiş can isterim.
Dağılmışım, topla beni. Pâre pâre kılma beni... Gövdem başım nerde bilmem... Merkez mihver baş isterim.
Ecel yakın, destur gerek... Destur deyip yol isterim.”

“Dümenim sensin. Ne tarafa döndürürsen oraya giderim.
Kâh emîr olur, buyruk dinlemem. Kâh esîr olur, gülmem söylemem...
Ölüm nedir derlerse, onu da söylemem, hiç mi hiç söylemem... Sensizliktir, demem.”


31 Temmuz 2011 Pazar

Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar Seymour, Bir Giriş- J. D. Salinger

Birden Temmuz'un son dakikalarında olduğumuzu fark ettim ve blog boş kalmasın diye elimdekilerden birini göndereyim dedim. Şimdiye kadar yazamamış olmakla ilgili nasıl haklı sebeplerim varsa, elimde olanlar konusunda cimrilik yapıp size göstermemek konusunda da haklı sebeplerim var.
Yakında okula döneceğim ve muhtemelen çok kitap okuyamayacağım. Kindle'dakilerden azar azar artık. Şimdiden hazırlık yapıp dolduruyorum taslaklarımı. Böylece blogu kitapsız, sizi alıntısız bırakmayacağım.

Daha önce okuduğum iki Salinger kitabı hakkında çeviri sebebiyle olumlu düşüncelerim pek yoktu. Coşkun Yerli çevirisini Ömer Madra'nınkinden daha iyi bulmuşum. Bu kez de kitabın ilk yarısını çeviren Coşkun Yerli'yi ikinci yarısını berbat bir şekilde çeviren Sevin Okyay'dan daha iyi buldum. Çok daha iyi. "Ama Selin Okyay..." diye başlayan çeşitli eleştiriler gelebilir bu konuda. Gelsin. Bu, kitabın ikinci yarısını okurken bırakmamak için nasıl da zorlandığım gerçeğini değiştirmiyor. O uzun ve karışık cümlelerin, "mükemmelen zeki", "adilce miktarda dişe dokunur" gibi ifadelerin verdiği rahatsızlıkta da hiçbir değişiklik olmuyor çevirenin adını hatırlayınca.

Seymour'un -denebilir ki- düğününü anlatan ilk kısmı çok sevdim. İkinci kısım beni böyle üzmeseydi de ne güzel kitap diye anlatsaydım size.

"Yalnızca yirmi üç yaşında olsam yine iyi, yirmi üç yaşında bir geri zekalı olduğum gizlenecek gibi değildi."

"Bakışında apaçık yıldırıcı bir şey vardı. Tek kadından oluşan bir isyan kalabalığıydı bu; örgü çantasından ve giyotinin görkemli manzarasından uzak kalmıştı yalnızca, zamanın ve rastlantıların oyunuyla."

"Birkaç dakikadan beri bakmadığım ufacık ihtiyara bir göz attım. Gecikmeden hiç etkilenmemişti. Arabaların -hareket halindeki arabaların, duran arabaların, hatta belki de köprülerden aşağı nehirlere uçan arabaların- arka koltuklarında oturma ilkelerini hiç değiştirmiyordu. Bu ne harika bir yalınlıktı. Dimdik oturuyorsunuz, şapkanızın tepesiyle tavan arasındaki aralığı on- on beş santimde tutuyorsunuz ve haşin gözlerle bakıyorsunuz ön camdan ileriye. Eğer Ölüm -ki hep orada, belki de kaputun üstünde oturan Ölüm- ön camdan umulmadık bir anda içeri süzülüp de hadi dese, kalkıyorsunuz, haşin ama sessizce, onun peşinden gidiyorsunuz. Olsa olsa, puronuzu alabilirsiniz yanınıza tabii halis Havana ise."

"Buraya bak, dedi bana, bir öğretmen olarak hem gerizekalı hem de pis pis burnu akan bir çocukla konuşuyordu sanki. "İnsanları ne kadar tanıyorsun bilemiyorum. Ama aklı başında hangi adam düğününün arifesinde nişanlısını bütün gece gevezelik etmek için esir alır, ha? Yok, evlenmek için gereğinden fazla mutluymuş da, yok, kız düğünü geciktirsinmiş de, o da kendini daha dingin hissetsinmiş, yoksa düğüne gelemezmiş de! Sonra, kızcağız, bir çocuğa anlatır gibi, artık her şeyin ayarlandığını, aylar önce planlandığını, babasının büyük masraflara ve dertlere girerek resepsiyonu ve bütün ıvır zıvırı hazırlattığını, hısım akrabanın, aile dostlarının ülkenin her yanından New York'a geldiğini bir bir anlatıyor;  sonra Muriel bütün bunları anlattıktan sonra, kıza kendisini affetmesini, ama kendisini daha az mutlu ya da ne çılgınlıksa işte öyle hissetmedikçe evlenemeyeceğini söylüyor. Bir kafanı kullan, kusura bakmazsan artık! Bu adam normal mi yani? Aklı başında birine benziyor mu?" Sesi artık iyice tizleşmişti."

"Siyah rugan çantasını koltuğunun altına sıkıştırmıştı. Çantayı en sevdiği oyuncak bebeğiymiş gibi tutuyordu. Kendisi de, bir denemek için aşırı rujlanıp pudralanmış, evden kaçmış ve çok mutsuz bir kız çocuğuydu sanki."

"Filmde çocuklar annelerine kedi yavrusunu göstermeye getirdiklerinde, M. bana baktı. Kedi yavrusunu sevmişti ve benim de sevmemi istiyordu. Karanlıkta bile, onun sevdiği şeyleri ben de otomatik olarak sevmediğimde hissettiği o olağan yabancılaşmayı duyumsuyorum. Daha sonra, istasyonda birer içki içerken, bana kedi yavrusunun ne hoş olduğunu düşünmemiş miyim diye sordu. Artık şirin sözcüğünü hiç kullanmıyor. Onu ne zaman korkutup hep kullandığı sözcükleri ağzına almasını engelledim acaba? Ukalalık ettim, R.H. Blyth'ın duygusallık tanımını açıkladım ona: Bir şey için Tanrı'nın şefkatinden daha fazlasını duyuyorsak, duygusalız demektir. Dedim ki (söylev çeker gibi): Tanrı tabii kendi yavrularunı sever, ama mümkünü yok ki pençelerinde Technicolor patiklerle gezenleri sevsin. O, yaratıcı yeteneği senaryo yazarlarına bırakmıştır. M, düşündü, ikna olmuş gibiydi, ama bu bilgiden yine de hoşlanmamıştı. Oturmuş içkisini karıştırıyor, benden uzaklaşıyordu. Bana duyduğu sevginin bir gelip bir gitmesine, görünüp yitmesine çok üzülüyor."

"Tanrım yardım et bana! Benim bir tanem evlilik kurumunun kendisini seviyor ölümsüz ve değişmesi olanaksız bir sevgiyle. Sürekli evcilik oynama dürtüsü çok kuvvetli. Evlilik amaçları öyle saçma ve dokunaklı ki. Güneşte yanıp teni çok koyulaşsın istiyor, çok lüks bir otelin resepsiyon memuruna gidip kocası mektupları almış mı diye soracakmış. Perdeler için alışverişe çıkmak istiyor. Hamile elbiseleri için alışverişe çıkmak istiyor. Annesinin evinden ayrılmak istiyor, annesi bunu bilse de bilmese de ve annesine olan tüm sevgisine rağmen. Çocukları olsun istiyor, yüzleri bana değil, ona benzeyen güzel çocuklar. Öyle sanıyorum ki her yıl Noel ağacının süslerini yeniden kutusundan çıkarmayı bile düşlüyor, kendisininkileri ama annesininkileri değil."

"Bütün gün bir Vedanta derlemesini okudum. Evlilikte eşler birbirlerine hizmet eder. Birbirlerini yüceltir, birbirlerine yardım eder, birbirlerine öğretir, birbirlerini güçlendirirler, ama her şeyden önce birbirlerine hizmet ederler. Çocuklarını onurlu, sevecen ve üstlerine düşmeden yetiştirirler. Çocuk, evde bir konuktur, sevilecek ve saygı görecektir; ama sahiplenilmeyecektir, Tanrı'ya aittir çünkü. Ne harika, ne aklı başında, ne güzel, ne zor ve bu yüzden ne doğru."

"Halk huzurunda itirafta bulunan birinde her seferinde kulak verilecek şey, neleri itiraf etmediğidir. Hayatının belli bir döneminde (çoğu kez, söylemesi acıdır ama başarılı bir döneminde) bir adam, birden üniversitedeki bitirme sınavlarında kopya çektiğini itiraf etme gücüne sahip olabilir, yirmi iki ve yirmi dört yaşları arasında cinsel yönden iktidarsız olduğunu da söylemeyi seçebilir am abu yiğitçe itiraflar onun vaktiyle evde beslediği hamstere kızıp ayağıyla kafasına basıp basmadığını öğreneceğimizi garanti etmez.

15 Haziran 2011 Çarşamba

Bizim Büyük Çaresizliğimiz- Barış Bıçakçı

Tatar Çölü'nün canımı yaktığını söylemiştim. Öyle ise buna ne demeliyim, bilmiyorum.
Bir süre filmini seyretmek istemeyecek kadar, ama kitabı birkaç kez daha okuyacak kadar çok sevdim. Hele şimdi, aklımda hep ayrılıklar, ölümler varken kitabı okuyalı çok az zaman olmasına rağmen tekrar okuyacağım.

"Her şeyin geçip gittiğine, yaşadıklarımızın geçmişte kaldığına kim inandırabilir bizi? Anılarımızı avuç dolusu su gibi her sabah yüzümüze çarpmanın işe yaramayacağına kim inandırabilir?"

Ben hâlâ bilmiyorum Çetin, bir ölüm haberi nasıl verilir? Neyi gözetmeli insan? Haberi alacak kişinin daha az sarsılmasını mı? Olabildiğince geç öğrenmesini mi? Geçen sürece ölenler dirilmeyeceğine göre! Ölümü korkunç bir şey olmaktan çıkarmaya, anlaşılır, kabul edilebilir bir şey olarak göstermeye mi çalışmalı?"

"Neden bir de rüya görürüz? Her şey olup bittikten sonra neden bir de rüya görürüz? Karmaşanın, keşmekeşin, hayatın yorucu zenginliğinin içinde eksik kalan nedir ki, uykunun kuytusunda ille de tanımlanması gerekir? Rüyamızda, birbiriyle ilgisiz gibi görünen ayrıntıları bilincimiz önden gürültülü bir lokomotif gibi çekip bir yere, örneğin bir anlama mı götürür? Yoksa o ayrıntılar bilincimizin balonuna batan iğneler midir?"

"Acıdan besleniyordu sanki. Çünkü ne yaptıysa ondan kurtulamıyordu, iyice geçiriyordu tırnaklarını. (Kim tırnaklarını kime geçiriyor? Boşuna uğraşma Çetin, bu sorunun yanıtı yok.) Başına gelen şeyleri o kadar sessiz sakin karşılaması tuhaftı zaten. Demek içinden olan oluyordu. Onun kapının önündeki o haline bakıp, başkalarının acısını kendi acısına dönüştürdüğünü düşünmüştüm. Bütün ölümleri tek bir ölüme dönüştürüyordu, en yakınının en sevdiğinin ölümüne."

Hayat tekrardan ibarettir çünkü. Hayatın gücü tekrarın gücüdür. Günlerin, ayların, mevsimlerin gücü. Tabii bir de şiirin. Şiirlerin tekrar eden dizelerinin gücü. Dinlere ne demeli? Hindu'nun mantrasını tekrar etmesi, Müslüman'ın tespih çekmesi ve senin "Yemek güzel olmuş mu?" diye sorman..."

"Çetin biliyorsun, geçmiş yaşantılarımı rkama alıp bambaşka öpüşmeler isteyebilirdim; oysa vücudumdaki elektriği toprağa aktarmak için çıplak ayakla dolaşmak gibi bir şeydi istediğim. Ona bir şey vermek, ondan bir şey almak istemiştim. Tek ve küçük bir şey. Ah bunu anlatamam! Beni hâlâ nasıl sarsıyor... İsteğin çocuksuluğu, basitliği... Bütün deneyimlerimi birden silivermesi... Galiba tam o zaman anlamıştım Nihal'e aşık olduğumu."

"Yıldızlı bir gecede, gökyüzünün altında kendini acemi ve çaresiz hissedersen, bu, yıldızlara bakarak başka şeyler düşündüğün içindir. Yıldızlara bakarak yalnızca yıldızları düşünmek gerekir. Çetin, ben Sevgi'ye bakarken de Nihal'e bakarken de yalnızca onları düşünemiyordum. Bir sürü kurgu vardı aklımda, bir sürü cümle, gürültü, kalabalık, duygu işlerine karışan aklın sakarlıkları... Anla ne olur!"

"İnsanın en temel meselelerinden birine, "Arzu etme, acı çekersin!" kaypak bilgeliğiyle karşılık verenlere, insanları gömdükleri gibi meseleleri de gömebileceklerini düşünen kazma kürek erbabına öfke duyuyordum. Yürüyordum, kendi kendime büyük sözler söyleyerek kalabalığın içinde yürüyordum. Özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum. Ne büyük söz!"

"Çetin, askerliğin sırasında yazdığın tek mektubu kendine has bir biçimde şöyle bitiriyordun: "Dostum, her şeyin farkında olduğun için mi yalnız ve mutsuzsun? Seninle anlaşılmaz bir uyumumuz var. İnsanlar böyle durumlar için kan kardeşliği, arkadaşlık, hötöröflük gibi isimler takıyorlar. Ne güzel, ne kadar sana özgü bir bitiriş! Birden parlayan, söyleyeceğini söyleyip sahne arkasına dönen zekân!"

"Baharın nasıl bir şiddet içerdiğini fark ediyor musun sen de Çetin? Bahar beni kendisine karşılık vermeye zorluyor. Her çiçeğine karşılık içimden bir çiçek, ılık esintilerine karşılık ciğerlerimden ılık bir nefes istiyor. Parlaklığına, hafifliğine, coşkusuna karşılık vermem gerekiyor. Bahar sunduğu her şeyi yaşamaya zorlayarak bana şiddet uyguluyor. Hele o öğleden sonraları birden bastıran yağmuru... Abartısız kötü biri yapar insanı. Aşık olduğun ama aşkını itiraf edemediğin kadın (Vardır böyle kadınlar ve saymakla bitmezler!), sokak çocukları için projeler üreten kurumda arkadaşlarıyla birlikte çalışırken birden başlar bahar yağmuru. Önce iri, sakar birkaç damla yerden biraz toz kaldırır, sonra göz gözü görmez. Sevdiğin kadın ve arkadaşları hemen dışarı çıkarlar, kollarını iki yana açıp, başlarını yukarı kaldırıp ıslanırlar. Birbirlerine iyi bir şey yapmanın mutluluğuyla bakarlar, konuşmazlar. Kadın gelir bunu sana anlatır. Sen de o yağmurdan başlayıp o iş arkadaşlarına hatta oradan sokak çocuklarına sıçrayan kıskançlık alevleriyle her tarafı yakıp yıkarsın, iyiliğe karşı içinde keskin bir öfke duyarsın. "İyiliğiniz batsın!" dersin. Böyledir bahar yağmuru, kötü eder adamı."

"Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum."

"Kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. İki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır."

"Şunu biliyorum: Birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar."

"Annemi babamı her gördüğümde onlarla daha fazla zaman geçirmeyi istiyorum, ama olmuyor işte Çetin! Bir şeyin, hızlı hareket eden bir şeyin peşine takılmış koştura koştura yaşıyorum."

"Kapının tam karşısındaki duvarda, Atatürk'ün, neredeyse bütün duvarı kaplayan, kahve içerken bir resmi var ya, o resimde kendimce bir huzur, sakinlik bulurdum: Ata'nın huzunda çay, kahve içiyoruz."

"Alaturka veyahut alafranga tuvalette makattan çıkan ilk kazurat parçasının deliğe düşmesiyle sıçrayan su meselesi üzerine bile düşünmüştü, tabii ki Eşref Bey'in başına bu berbat durum sık sık geliyordu."

"Boşanmadı mı, diye sordu, kabul edilebilir olanla edilemez olan arasında yalnızca insanın kendisinin olduğunu, bir adım atmayla her şeyin karışacağını bilmeyen bizim küçük Nihalimiz."

"Seyreden, dinleyen kadınlara bayılırım."

"Çetin, gündelik şeyler dışında Nihal o kadar az konuşuyor, ben onun her odama gelişinde konuşacak o kadar çok şey buluyordum ki, artık konuşmaktan duyduğum sıkıntılar, pişmanlıklar göğsümü ağrıtmaya başlamıştı. O konuşsun istiyordum. Ölümlerle açılan uçurumdan bir ses çıksın. O konuşsun. Ben bıkmıştım konuşkanlığımı hor görmekten, bunun da bir hastalık olduğuna dair kurgulardan. Eşit olalım istiyordum, dert ortağı olalım."

"Çetin, biz ikimiz sence, öyle herkesin beğeneceği "tipler" miyiz? Değiliz değil mi? Sonra, sen de Nihal'in sözünü ettiği şansı yitirdiği anda, tam o anda, oracıkta, onun yanında olmayı istedin mi? Peki, aşık olduğun insanda, başkasında olsa dayanamayacağın şeyleri hoş görür müsün?
Ben hoş görüyorum.
"Tip" sözcüğünden, daha doğrusu Nihal'in kullandığı biçimde kullanılmasından nefret ederim.
Nihal'in kitap sergisinden aldığı, hâlâ çok sevdiğini söylediği o kitaptan da nefret ederim. Hamile olmayanların ama "içinde bir çocuk taşıyanların" birbirlerine göz süzerek tavsiye ettikleri, simgelerle dolu, öğretici saçmalıklardan geçilmeyen, aptalca bir kitap."

"Birbirimize güneş kremi sürerken, dışarıdan birine nasıl göründüğümüzü düşündüm. Kıllı, göbekli iki koca adam. Bizim olduğumuzu hissettiğimizden farklı, çok farklı görünüyor olmalıydık. Bu acıklı gelmişti bana."

"Döndüğünde ona anlatacaktık, gururla hem de işin içine erkeklere özgü bir gizem katarak. Bizden istenilenden daha fazlasını yapmış ama bunu söylemeyi uygun bulmuyormuş havası vererek, boşlukta bir yerlere bakarak, sıkılarak konuşacaktık. Erkeklerin gizem silahı!"

"Uzağımızdaki her şey biraz olağanüstüdür, olduğundan biraz fazladır. Yaz bunları bir yere Çetin, boşa gitmesin!"

"Onu etkilemek için her şeyi, en alçakça şeyleri bile yapabilir, en süslü cümlelerle aklını karıştırabilirdim. Kavanozların kapağını kapatır gibi bir doğallıkla gelip beni öpmesi, ağzımı kapaması için. Beni sevmesi için..."

*Çetin ile Ender'in dinledikleri şarkılardan biri değil, ama bende nedense bunu dinleme isteği uyandı kitabı hatırlayınca da.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Tatar Çölü- Dino Buzzati

Tatar Çölü benim canımı yaktı. Kendimle ilgili, hayatımla ilgili çok fazla şeyi önüme koyduğu ve beni düşünmeye zorladığı için canımı yaktı. Tercihlerim, yapabildiklerim, yapamadıklarım, özgürlüğüm, kapana kısılmışlığım, ailem, arkadaşlarım, ümitlerim... hepsi önümde şimdi. 

“Arkadaştılar, uzun yıllar aynı yaşamı sürdürmüş, aynı tutkuları, aynı dostlukları paylaşmışlardıİ birbirleriyle her gün görüşmüşlerdi; sonra Vescovi ticarete atılmış, Drogo ise subay çıkmıştı, şimdi Francesco'nun kendisine ne kadar yabancı olduğunu hissediyordu. Artık bu kolay ve hoş yaşam kendisine ait değildi. Şimdiden kendi atıyla Francesco'nunkinin farklı olduğunu düşünüyordu, kendi atının yürüyüşü daha ağır, daha durgundu, hayvanı bile yaşamının değişmek üzere olduğunu hissediyordu adeta.”

“Annesi, dönüşünde Drogo'nun kendisine yeniden o dünyada hissedebilmesi ve orada, uzun yokluğuna rağmen yeniden bir çocuk olarak kalabilmesi için, odasını öylece saklayacaktı; yaa... demek ki annesi, bir daha hiç geri gelmemek üzere yitip gitmiş bir mutluluğu olduğu gibi koruyabileceğine, zamanın akışını durdurabileceğine, oğlu geri geldiğinde kapı ve camları açmakla her şeyin eskisi gibi olabileceğine inanıyordu.”

“Nihayet kendisi gibi bir adam, birlikte gülüp şakalaşabileceği, kendilerini bekleyen yaşamdan sözedebileceği avcılıktan, kadınlardan, şehirden, şu anda Drogo'nun gözünde çok çok uzal bir dünyaya gömülmüş olan şehirden sözedebileceği dost bir varlık bulmuştu.”

“Kale, ona dahil olacağını asla düşünmediği, ama gözüne kötü göründüklerinden değil, yalnızca alıştığı yaşamdan çok uzak olduklarından dolayı düşünmediği meçhul dünyalardan biri olarak görünüyordu.”

“Kalede geçirdiği yirmi iki yılın sonunda bu askerde geriye ne kalmıştı? Tronk, dünyanın bir yerlerinde kendisine benzeyen, üniforma giymeyen, kentte gezinebilen ve akşamları arzularına göre ister yataklarına ister sinemaya, ister kabareye gidebilen milyonlarca insan olduğunu hâlâ anımsıyor muydu acaba?”

“Tabii ki, diğerlerine, subay arkadaşlarına karşı bir erkek gibi davranması, onlarla gülüp birbirinden açık saçık asker ve kadın hikâyeleri anlatması gerekiyordu. Ama gerçeği annesine söylemezse kime söyleyebilirdi ki? Ve bu akşam Drogo'nun gerçeği, cesur bir askerin gerçeği değildi, ciddi Bastiani Kalesi'ne layık bir gerçek değildi, arkadaşları, yol yorgunluğundan, bu karanlık kale beenlerinin baskıcı yapısından ve kendisni tam bir yalnızlığın içinde bulmasından oluşan bu gerçeği duysalar, gülerlerdi.”

“Evde şehirde, tüm saatler salonların büfelerindeki bardakları hafifçe çınlatarak, farklı tınılarla onu çalıyor olmalıydı; mutfaktan bir kahkaha; sokağın karşı tarafından bir piyano sesi geliyor olmalıydı. Drogo, oturduğu yerden, daracık, neredeyse mazgal deliği gibi bir pencereden kuzeydeki ovaya, o hüzünlü araziye bakabilirdu; ama şu an için karanlıktan başka bir şey görünmüyordu.”

“İnsanlar, “şu nehri aştıktan sonra on kilometre daha gidince varırsın,” diyeceklerdir. Ama, buna karşılık yol hiç bitmeyecektir, günler gitgide kısalacak, yol arkadaşları seyrekleşecek, camlarda hareketsiz, donuk, kafalarını sallayan suratlar görünecektir.”

“Ama Drogo, zamanın ne olduğundan habersizdi. Önünde tanrılar gibi, yüzlerce gençlik yılı olsa dahi, ona düşen pay hep küçücük olacaktı. Oysa onun önünde, tersine, basit ve sıradan bir yaşam, cimrice verilmiş bir armağan gibi, yılları parmakla sayabilecek ve insan tanıyana kadar eriyip gidecek küçük insani bir gençlik vardı.”

“Halbuki yirmi iki ay uzundur, birçok şey olabilir: Yirmi iki ay yeni ailelerin kurulması, çocukların doğması hatta konuşmaya başlaması, otların olduğu yerde kocaman bir evin yükselmesi, güzel bir kaıdnın yaşlanıp, artık kimse tarafından arzu edilmez hâle gelmesi, bir hastalığın, en uzun hastalıklardan biri dahi olsa, harekete geçmesi (ki bu arada, insan, kaygısız yaşamaya devam eder), yavaş yavaş bedeni kemirmesi, bir süre duraklayıp iyileşme umudu vermesi, sonra daha da derinleşerek yeniden ortaya çıkıp son umutları kemirmesi için yeterlidir.”

“Halbuki öyle güzel bir Ekim günüydü ki, güneş berrak, hava hoştu, yani bir muharebe için düşlenebilecek en uygun zamandı.”

“Evin kapısı açıldığında, Drogo birdenbire, çocukken yaz tatili sonunda şehre döndüğünde duyduğu o tanıdık kokuyu duydu. Bu bildik ve dost bir kokuydu ama yine de bunca zaman sonra içine bayağı bir şeylerin karıştığını hissetti. Evet, bu koku Giovanni'ye, geçmiş yılları, pazar günlerinin hoşluğunu, neşeli akşam yemeklerini, yitip gitmiş çocukluğunu anımsatıyor ama aynı zamanda da kapalı pencereleri, ev ödevlerini, sabah temizliğini, hastalıkları, kavgaları, fareleri de düşündürüyordu.”

“Deniyor ama tüm çabalarına karşın eski sohbetleri, şakaları, kullanılan sözcükleri yeniden hayata geçirmeyi beceremiyordu.”

“Eskiden adımları uykunun arasında bir çağrı gibi annesine ulaşırdı. Geceleyin duyulan tüm gürültüler bu ayak sesinden kuvvetli olsalar bile annesini uyandıramazlardı; ne sokaktaki at arabaları, ne çocuk ağlamaları, ne çarpan bir pancur, ne bacalardaki rüzgarın sesi ne yağmur, ne de mobilyaların gıcırtısı uyandıramazdı onu. Ancak oğlunun ayak sesleri uyandırabilirdi, ama bunun nedeni bu ayak seslerinin çok gürültü çıkarması değildi. Bunun, o ayak seslerinin oğluna ait olmasından başka hiçbir açıklaması, hiçbir nedeni yoktu.”

“Drogo bu karşılaşmanın kendisi için çok heyecanlı olacağını, yüreğinin çarpacağını düşünmüştü. Ama, kızın yanına gidip de gülüşünü yeniden gördüğünde “Ah Giovanni, nihayet geldin!” diyen sesini duyduğunda (bu ses düşlediği sesten öylesine farklıydı ki), geçen zamanın ayırdına varabildi.”

“Yirmi yıl önce gitmek, yaz harekâtları, atış talimleri, atyarışları, tiyatroları, baloları, güzel kadınlarıyla garnizonlardaki sakin ve parlak yaşama katılmak istiyordu. Ama öyle yapmış olsaydı tüm bunlardan şimdi elinde ne kalmış olacaktı ki?”

“Kendini böyle uykuya dalmış bir biçimde düşünmeye çalıştı, gözünün önüne hiçbir zaman göremeyeceği çok özel bir Drogo geldi. Kendi bedeninin hayvansı biçimde çökmüş, karanlık kaygılarla sarsılan, zorla soluyan görüntüsü, yarı açık ve sarkık ağzı gözünün önüne geldi. Halbuki o da bir zamanlar, bu çocuk gibi uyumuş, o da zarif ve masum olmuştu, kim bilir belki de hasta, yaşlı bir subay, acı bir şaşkınlıkla durup kendisine de bakmıştı. Zavallı Drogo, diye düşündü, bunun nasıl büyük bir zaaf olduğunun farkındaydı, ama sonuçta dünyada yapayalnızdı ve onu kendisinden başka sevecek kimsesi yoktu.”

“Çünkü açık havada, kargaşanın ortasında, henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde; evde, sevgi dolu ilenmeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor bir şey olamazdı.”

*Kitaba kendimi çok kaptırdım diye o noktalama işaretlerini, bağlaç kullanımlarını fark etmedim sanılmasın. Üzüntüm azaldığı zaman İletişim'i ayıpladım. 

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Hacı Ağa- Sadık Hidayet

Kitaptaki isimlerden bazıları:
Ummulbenîn
Gülübülbül
Munîr
Muhterem
Meşedî Masum
Gulamrıza Ahmedbegi
Basîr Leşker
Sekîne
Dust Ali
Halacpur
Keyûmers
Hujberâsâ
Za'feran

Sadık Hidayet sayfamı bir süreliğine kapatıyorum bu kitapla birlikte. Birkaç ay içinde yedi kitabın bazılarını arka arkaya okudum. Üstelik bunlar dönüp tekrar okuyacağım kitaplar.
Hacı Ağa, diğer kitaplarından farklı Sadık Hidayet'in. Karakterleri kendi anlattıklarından değil, yaptıklarıyla tanıdım bunda. Daha hareketli, çok düşünmek yerine çok konuşanların olduğu bir kitap. Politikacılardan, onlara benzeyen insanlardan biraz daha nefret etmek için iyi bir fırsat. Mehmet Kanar'ın nispeten iyi bir çalışması. Altı kitabın her birinde diğerlerini de düşündüğüm için daha iyi dedim, ama Mehmet Kanar'ın çevirilerini beğendiğim sanılmasın.

"Dün mahallenin imamı Huccetuşşeria yanımdaydı. Şerefli bir adamdır. "Valla kırk yıldır mahallenin imamıyım. Mahalleli sana inandığı kadar bana inanmıyor." diyordu."

"Dünyada iki türlü insan vardır: Çarpan, çarpılan. Çarpılanlardan olmak istemiyorsan, başkalarını çarpmaya bak. Fazla okumak lazım değil. İnsanı delirtir ve hayatın gerisinde bırakır. Ama matematik dersinde dikkatli ol. Dört işlemi bilmen yeter. Para hesabını becerebilirsen kazıklanmazsın, anladın mı? Hesap önemli. En kısa zamanda hayata atılman lazım. Gazete okuyabiliyorsun ya, kâfi. Ticaret öğrenmeli, insanlarla muhatap olmalısın. Beni dinlersen eğer, bir ton kitap okuyacağına, git ayakkabının bağını işporta tahtasına koyup sat, daha iyi. Yüzsüz olmaya çalış. Unutulma sakın. Elinden geldiğince ortalarda boy göster.

"Ben bu yollarla yükselmek isteseydim, asortik, güzel bir kadın alırdım; iki dirhem bir çekirdek giydirir, dansa, saza, söze götürürdüm. Sonra da salardım kodamanların kucağına dans etsinler, kumar oynasınlar, sırnaşsınlar diye. O zaman şu yüksek sosyetedekilerin yaptığı gibi pezevenklik şapkasını geçirirdim başıma."

"Çarşıda bıyığımın bir telini rehin koysam, yüz milyarlık mal verirler."

"Gulamrıza, çektiği onca fakirlik, talihsizlik ve mutsuzluk yüzünden artık kendi sözlerinden de emin değildi. Dışarıdaki dünya anlamını yitirmişti gözünde. Hacı'nın lafları, komplimanları kafasında yankılandıkça yankılanıyordu. Hacı Ebu Turab adlı bir hokkabazın hile hurda, zorla Veramin'deki tek geçim kaynakları olan mülkü iç ettiğini duymuştu babasından. Ama Hacı'nın sevecen davranışı, güven verici tavırları o kadar etkiledi ki onu, temiz ve riyasız bir adam olduğuna inandı. Fabrikadaki çıkarlarına, halı ve afyon işlerine akıl erdiremedi."

"Karım genç değil. Dayımın kızı olur. Öldüğümde çenemi bağlayıp boğazıma zemzem döksün diye aldım onu."

26 Mayıs 2011 Perşembe

Yakıcı Sır- StefanZweig

Yakıcı Sır
Çocuk Bakıcısı
Prater'de İlkyaz
Yalnız İki İnsan
Masalımsı Bir Gece
Karlarda
Unutulmayacak Bir İnsan
Kadın ve Doğa
Yürüyüş
Bir Yaz Öyküsü
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Zweig'ı yakın zamanlarda okuduğum üç kitabıyla ayrı bir yere koydum. Bu sadelik, güçlü ifadeler, tasviri uzatmadan karakteri her olay örgüsü içinde tanıtma, kadınların-erkeklerin hislerini yalın, kimseyi temize çıkarmaya çalışmadan anlatma, ne karamsar ne iyimser; olabildiğince gerçekçilik hep birlikte başka bir yazarda rastlamadığım özellikler.

"Burada, dağ başında, konuşacak kimse olmadan tek başıma oturmak, sanırım büroda oturmaktan daha sıkıcı. Bu kadar kişi arasında tek tanıdık yok. Hiç değilse birkaç kadın olsaydı, hafiften flört ederek hafta sonumu az buçuk mutlu geçirirdim."

"İyi seçilmiş bir kravat beni hoşnut edebiliyordu. Güzel bir kitap, bir otomobil gezintisi, ya da bir kadınla geçen saatler sonsuz mutluluk getiriyordu bana. Bu yaşam tarzının en hoşuma giden yanı kusursuz bir İngiliz elbisesi gibi hiç kimsenin gözüne çarpmamasıydı. Sanırım beni hoş bir görüntü sayıyorlardı. Hoşa gidiyor ve aranıyordum. Beni tanıyanlar mutlu bir insan olduğumu söylüyorlardı."

"Akıp giden parlak sular üstünde kayıyor, hiçbir şeye tutunamıyor, kök salamıyordum. Bu soğuyuşta bir ölüşün, bir cesetleşmenin başladığını çok iyi biliyordum. Çürüyüşün kötü kokusu henüz çıkmamıştı, fakat önlenemeyecek bir uyuşma, bir katılaşma, korkunç ve bu gibi bir duygusuzluk, dış çöküşten öncenin, vücudun gerçek ölümünden önceki dakikalar başlamıştı. Kendimi ve içimdeki bu tuhaf duygu uyuşmasını o andan sonra, hastalığını ilgi ile izleyen bir hasta gibi dikkatle gözledim."

"Benden olan bir şey şimdi içlerinde yaşamaya devam ediyordu. Onlara bir şey vermiştim. Bu vermiş olmak zevki o güne değin hiç bilmediğim bir duygu ile dolduruyordu içimi."

"Daha çok sevindirmenin, birkaç gümüş para, renkli birkaç kağıt parçası ile tasaları yok etmenin, korkuları giderip neşeler uyandırmanın nasıl olabildiğini daha çok tatmak istedim. Ne diye dilenciler yoktu ortalıkta?"

"Aydınlık odadan dini bir şarkı söyleyenlerin sesi duyuluyordu. Cahnuka bayramı idi. Dostluk ve özgürlük içinde kutlanan bir bayram.  Sürülmüş ve boyunduruk altında yaşamış bir toplumun insanlarının kutladığı ve yasaların izin verdiği çok az mutlu günlerden biriydi. Fakat içerden duyulan şarkılarda hüzün ve özlem vardı."

"Almanya'da kaçlılılar ortaya çıkmıştı. Bu adamlar zevk ve hayranlık dolu, yaptıklarından mest olmuş, çılgınlıkla kudurmuş, binlerce Yahudi'ye zulüm çektirmiş, işkence yapmış, onları katletmişti. Dedelerinin kalıtı inançlarını da kaba kuvvet kullanarak ellerinden almak istiyorlardı. İşte en çok korktukları bu idi."

"Bir Yahudi'nin savaşması, kendini koruması mı? Şimdi onların gözünde bu gülünç, üzerinde düşünülemeyecek bir şeydi. Kölelik dönemi yine gelmişti."

"Sanmıyorum kızın eşi olduğunu, birbirine çok aşıkmış gibiydi davranışları."

"Ben öyküdeki yaşlı adama korku ve beklenti duyguları da verirdim. Aynı zamanda huzursuz ve kararsız biridir de. Kızın peşinden her yere gider, yeter ki onu görebilsin. Fakat hiçbir zaman yanına sokulamaz, bundan çekinir. Kızın izini kaybeder. Ben, öyküde yaşlı adamı sonunda kızla ilk kez karşılaştıkları yere geri döndürürüm. Onu bir kez daha yine aynı yerde görmek ümidini taşımaktadır, rastlantıya inanmaktadır. Fakat rastlantı acımasızdır."

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Çağdaş İran Öyküleri

Baba Mukaddem-At
Muhammed Ali Cemalzade-İkiz
Feridun Tunkabuni-Cahillikle Mücadele Makinesi
Bozorg Alevi-Kurşun Asker
İtimadzade-Nazar Boncuğu
İrec Pizişkzad-Şuşu Can

Bunlar sevdiklerim. Diğerlerini ortalamanın üzerinde bulduğumu söyleyemem, ama bazılarının ortalamanın altında kaldığını söylemeliyim. Mehmet Kanar çevirmiş, o konuda uyarayım. Yine de Sadık Hidayet çevirilerinin bir kısmından daha iyi olmuş.Ayrıca bu kitapta da bir Sadık Hidayet hikayesi var: Sampinge
Beklentilerinizi düşük tutarak okursanız birkaç hikâyeyi beğenip sevinebilirsiniz.

"Ben tarih öğretmeniyimi fen ve beden öğretmeni değil. Bana Kaçar hanedanının neler yaptığını sorsanız, size bir ay anlatabilirim. ama reçel kavanozunun kapağını açamam."

"Bazen onun yüzüne bakarken utangaç bakışlarını, iri dudaklarını ve bükük, beyaz dişlerini görünce içimi bir korku kaplıyor ve sırtım ürperiyordu. O gerçekten bir at olsa da okuldan, bizim aramızdan geçip gitse ne güzel olurdu diye düşünüyorum. Ama bu sadece bir fikirdi. O benim arkadaşımdı ve sınıfta yanımda oturuyordu. Onun dostluğundan vazgeçmek benim için mümkün değildi. Ona karşı bir tür acıma hissi vardı içimde. Benim dostluğuma ihtiyacı vardı sanki."

"Bu yetmiyormuş gibi büyük kızı Lakşmi'yi de istedi ondan tefeci. Hep çocuklarının geleceği kaygısıyla yaşayan Padma, tefecinin soyca daha aşağı tabakaya mensup olmasına rağmen,, gönülsüz olsa da bu teklifi hemen kabul etti."

"Yüzünde on sekiz yaşındaki kızların asaleti ve utangaçlığı var."

"Benim varlığım babamın günahıydı. Ben girmedim böyle bir günaha."

"Esrarkeşlerin kendine özgü konuşma tarzları vardır. Bir cümleye başlarlar sonra esrar hokkasının ucuna bir parça esrar koyarlar. O esrar bitmedikçe cümle de bitmez. Dinleyicinin sabırlı olması ve esrarın cızırtısından bıkmaması gerekir. Esrarkeşlerle sohbeti keyifli kılan şey, seslerindeki yumuşaklık ve ahenktir."



"Çocuk derdi helal şehvetin karşılığı olursa, vay haram şehvetin haline."

"Mal ve evlat dünya süsüdür, demişler. Elimden gelse, altı-yedi hanım alır, Fethali Şah'ınki gibi bir harem kurardım kendime. Bu dünyayı bütün güzellikleri ve çirkinlikleriyle birlikte isterim. Keşke bunun gibi içi bağ, bahçe dolu yüz dünya daha olsa da, her gün güzel sesli kuşların nameleri eşliğinde biraz lavaş ekmeği, kebap, cacık yedikten sonra bir gölgede sırtımı dayayıp gert gert geğirsem; ahmaklara nispet, sazlı sözlü meclislerde felekten gün çalsam."

"Servet, kibir alameti sayılan ve birçok düşünce, hesap kitap ve sorunun neticesi olan bir esmerlik çökmüştü yüzüne tıpkı hüzünlü bir maske gibi."

"Cahillikle mücadele derneğine slogan olması için bir şiir yarışması düzenlenmiş ve "Boş tut yemekten mideni-Gör onda marifet nurunu" dizeleriyle başlayan şiir yarışmayı kazanmıştı."

18 Mayıs 2011 Çarşamba

İlk Aşk- Ivan Turgenyev

Nihal Yalaza Taluy çeviri konusunda çok iyi bir iş çıkarmamış. Rus isimlerinin garip ve kalabalık oluşu bu durumu biraz hafifletiyor.
Kitap güzel. Yalnız, kadının zengin olmakla ya da ünvan sahibi olmakla bile içine düştüğü yerden çıkamaması çok can sıkıcı. Ayrıca, aşk öyküsü anlatan her kitapta garip bir hastalık hali ile karşılaşmak üzücü.

Baba-çocuk ilişkisinin başka bir yanına da değinilmiş kitapta, merak ederseniz.

"Damarlarımda kan kıpır kıpır, yüreğimde hiç, neden yokken tuhaf, tatlı bir sızı vardı... İçimde ürkek bir bekleyişle, hep aynı düşler peşindeydim. Bu duyguların verdiği hüznün etkisiyle bazen gözlerimin yaşardığını saklamayacağım."

"Akşamları tüfeğimi sırtlayıp bahçede kargaları kovalamak en sevdiğim eğlenceydi. Bu kurnaz, faka basmaz yırtıcı kuşlardan öteden beri haz etmezdim."

"Babamın üzerimde garip bir etkisi vardı. İlişkilerimiz de öyle; her baba oğulunkine benzemedi. Eğitimimle hemen hemen hiç ilgilenmezdi, hırpalamazdı da. Hatta diyebilirim ki çok nazik davranırdı bana karşı. Yalnız... Aramızda yakınlığa da fırsat bırakmazdı. Babamı hem sever, hem hayranlık duyardım, gözümde örnek bir erkekti o! Aramızda mesafe bırakan gizli bir elin varlığını hissetmesem ne kadar bağlanacaktım ona! İstediği anda bir sözcük, tek bir hareketle içimde sonsuz güven uyandırırdı. Ona yüreğimi açar; akıllı, deneyimli bir arkadaşla, hoşgörülü bir eğitimciyle konuşur gibi aklıma geleni söylerdim. Bir an sonra o el tatlılıkla, yumuşaklıkla beni yine kendinden uzaklaştırırdı."

"Benim gibi ötekiler de Zinaida'nın bütün kaprislerine seve seve boyun eğiyordu. Yaşam fışkıran, güzellik dolu bu varlığın bambaşka, hoş, sevimli bir kurnazlığı, adamsendeciliği, hoppalık ve sadeliği, usluluk ve haşarılığı vardı. Ne yapsa, ne söylese, kendine özgü ince bir çekicilik, içten taşan bir güç seziliyordu. Görünüşü de öyleydi: Durmadan değişen yüzü, içindeki coşkunluğu yansıtıyordu. Bakışları bir anda hem alaycı, hem düşünceli, hem ateşli olabiliyordu. Ona gönül kaptıranlardan hiçbirini ihmal etmiyor, hepsini idare ediyordu, her birine gereksinimi vardı."

"Kontun yüzü hafifçe çarpıldı. O haliyle tıpkı bir Yahudi'ye benzedi."

"Aklıma saplanmış tek bir şey vardı: Genç bir kız, ne de olsa bir prenses, babamın serbest bir erkek olmadığını bilerek; önünde hiç değilse şu subay Belovzorov'la evlenme imkanı varken , nasıl böyle bir maceraya atılabilirdi? Geleceğini ayak altına almaktan hiç mi korkmamıştı?"

"Dayak yemek, sevdiği elden olsa bile... Buna isyansız katlanmak onursuzluk değil mi diye düşündüm. Değilmiş."

"Kadın aşkından koru kendini oğlum. Bize mutlulukla birlikte zehir sunan bu duygudan kork."

17 Mayıs 2011 Salı

Canistan- Yusuf Atılgan

Elime aldığımda bir köy romanı okuyacağımı düşünerek endişelendim. Anayurt Oteli ve Aylak Adam'ı okuduktan sonra Yusuf Atılgan'ın bendeki etkisini kaybetmesini istemiyordum. Kaybetmedi.

Kitap tamamlanmamış, fakat okurken bunu fark etmedim ben. Her şey yerinde idi. Eğer köy romanı ise bu, belki okuduğum en iyi köy romanı. Belki kısmen tarihî roman.

"Çaktırmadan sinsice yaklaşıp istediğimiz kızın etekliğine mantar tabancasını sıkarak korkutur, böylece onu sevdiğimizi belirtirdik. Yüreğim çarparak Emine'ye yaklaşırken cebimde saklı tabancayı fazla sıkmış olacağım ki tetikteki parmağım tabancayı patlatmış ve cebimdeki mantarlardan biri de ateş alarak elimi yakmıştı. Bayramlık setremin cebinin astarı da biraz yanmıştı. Korkunç bir acıyla gözlerim sulanmış dururken Emine sıradan ayrılıp 'oh olsun, korkutacaktın değil mi?' diyerek yanıma gelmiş, avcumdaki yanığı görünce 'çok mu acıyo' deyip ağlamaya başlamıştı."

"-Ankara'da Kemal Paşa'nın yeni devleti varmış Hacamca. Ordusu ne, Yunan ordusunu iki savaşta bozmuş. Belki buralara da gelirler.
-Duydum oğul, dilerim doğrudur. Allah ona zeval vermesin bari."

"İkindi namazından sonra -doğrusu nicedir namaz kılmayı da unutmuştu; okumak falan hak getire; Arif Ağa'ya uyup yatıp kalkmış, 'Tanrım bağışlar' diye düşünüp bu işten kendince yüzünün akıyla çıkmıştı- imam, Arif Ağa ve öteki tanıkla eve gittiler."

"-Bu akşam camiye gitmeyecek misin?
-Okumayı bile unutmuşum kız. Günah olur böyle namaz kılmak.
-Namaz surelerini ben ezberletirim sana. Ramazan'da ne camiye gitmezsen gavur derler sana.
-Giderim elbet."

"Bundan sonra 'Osmanlıların kâfesi hürriyet-i şahsiyelerine maliktir.' Bundan sonra hürriyet-i şahsiye her türlü emrazdan masundur; hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz.
Yaşasın padişahımız, yaşasın hürriyet, yaşasın adalet, yaşasın müsavat, yaşasın uhuvvet, evet, yaşasın Kanun-ı Esasi, bütün meşrutiyet idare, yaşasın, yaşasın...
Oh! (Dün) bütün yüzlerde, herkesin, evet bilaistisna herkesin... büyük, küçük, asker, memur, esnaf, gani, fakir, müslüman, hristiyan, musevi, bütün osmanlıların yüzlerinde görülen revnak-ı mübarek hürriyet... Bu tasvire sışar mı idi?"

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Amok Koşucusu- Stefan Zweig


Aslında sevdiğim kitapları yavaş okumaya gayret ediyorum, ama bunu okurken ne oldu anlamadım. Belki, kitaptaki bütün hikâyelerin birer Amok koşucusu kahramanı olduğu için ben de kendimi durduramadım. Belki de kitap Bir Çöküşün Öyküsü ile başladığı için böyle oldu. Kadınları bu kadar iyi anlayan erkek yazarlara hayranlığım artıyor.

Satranç'ı okuduğumdan beri ara ara Stefan Zweig'ın fotoğraflarına bakıyorum. Bunu yaparken bir blog yazısına rastladım. Charlotte ile birlikte olan fotoğraflarını çok sevdim. İkinci fotoğraf birlikte intihar etmelerinin ardından çekilmiş.

Bir Çöküşün Öyküsü
Madalya
Bezginlik
Amok Koşucusu
Ay Işığı Sokağı 
Leporella
Leman Gölü Kıyısındaki Olay

"Versailles'da çevresini alan bütün insanların kendisi için önemsiz olduğunu, onları ne sevdiğini ne de onlardan nefret ettiğini, hepsinin tıpkı şurada, ormanın kenarında ellerinde iri, parlak oraklarla duran ve ara sıra, belli etmeden, meraklı gözlerini kendisine çeviren çiftçiler kadar önemsiz olduğunu şimdi fark ediyordu."

"Aklı bir karış havadaki kadınların hayatlarının her anında sahip oldukları o muhteşem unutkanlıkla, sürgünde bulunduğunu, eskiden Fransa'da hükümdar olduğunu, şimdi kelebeklerle ve parlak renkli çiçeklerle nasıl oynuyorsa bir zamanlar insanların yazgılarıyla da öyle oynamaya hakkı olduğunu unutuverdi; on, on beş yıl geriye gitti, Bayan Pleuneuf oldu, Cenevreli bir bankerin kızı, manastırın bahçesinde oyun oynayan, Paris'ten ve dünyadan habersiz, küçük, sıska, coşku dolu, on beş yaşında bir kız oldu."

"Düşsüz geçirilen kapkara bir gecenin ardından birden günün içine dalıveriyordu insan, tıpkı sıcak, bunaltıcı bir havada buz gibi suyun içine dalar gibi."

"Burada insan uyanınca, sanki günü kıyıdaki bir kayalığa fırlatılıyor, saatlerin sahilinde dimdik, kıpırtısız ve boş boş oturuluyordu. Canı kalkmak istemiyordu. Bir gün önceki eğlenceler çekiciliğini yitirmiş oluyordu, uçarı merakı hemencecik tatmin olan türdendi. Oda boştu, havasız gibiydi, kendisini hiç kimsenin istemediği bu yalnızlık içinde o da kendisini bomboş hissediyordu, boş, yararsız, tükenmiş ve yıpranmış; neden burada olduğunu ve neden buraya geldiğini anımsaması için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Günden ne bekliyordu ki titrek, ağır adımlarıyla sessizliği durmadan kat eden saatine böyle huzursuzluk içinde bakıyordu?"

"Kaba ve basitti, ama olsun, canlı ve hayat doluydu, çevresindeki her şey gibi ölü değildi. Ateşti o, Bayan de Prie de üşüyordu. Okşayışlara, kucaklamalara alışkın olan bedeni burada açık çekiyordu; bakışlarının ışıl ışıl parlaması için, Paris'teyken her gün yüz yüze olduğu, gençliğin o ateşli arzusunun yansısına ihtiyacı vardı. Delikanlının arkasından uzun uzun baktı; bir oyuncak olabilirdi o, sert tahtadandı elbette, hantal ve basitti, ama yine de oyalanabileceği bir oyuncaktı."


"Kadın gülümsedi, kederle gülümsedi; yine o eski aldanmacaydı bu, sevildiğini hayal ediyordu, ama kimi zaman mevki için yapıyorlardı bunu, kimi zaman kendini beğenmişlikten, kimi zaman da meslekte yükselmeyi arzuladıklarından. Yine de buna kapılıp kendini unutmak çok güzeldi. Hem burada kendisinden başka kandıracağı kimse yoktu ki.
Üç gün sonra çocuk onun aşığı olmuştu bile."

"Sayıca pek az olmayan, tümüyle başkalarından beslenen kadınlardandı. Kendisine hayranlığını gösteren birini görünce güzelleşiveriyordu, akıllı insanların yanında o da zeki oluyordu, pohpohlandığında tepeden bakıyordu, sevildiği zaman aşık oluyordu."

"İran'dan ve öteki İslam ülkelerinden Paris'e elçiler geleli beri, Doğu modası başlamıştı, Doğu'nun kitaplarına benzer kitaplar yazılıyor, masallarla destanlar anlatılıyor, Arap giysileri giyiliyor ve süslü püslü konuşma tarzına öykünülüyordu."

"Ülkesinde onu unuttuklarını, orada bir yabancı olduğunu bilir, denizde bir midye olduğunu ve herkesin kendisini ezip geçtiğini bilir."

"Siz tropiklerde yaşamadınız... Onun gibi sarı ırktan bir veletin beyaz bir beyaz bir beyefendinin bisikletini tutup ona orada kalmasını söylemesinin ne demek olduğunu bilmezsiniz."

"-Amok mu?.. Galiba hatırlıyorum. Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk.
-Sarhoşluktan öte bu... çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi... insanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz."

"Şöyle oluyor: Bir Malezyalı, herhangi bir sıradan, kendi halinde adam içkisini içiyor. Ruhsuz, ilgisiz, donuk bir biçimde oturuyor oracıkta... tıpkı benim odamda oturduğum gibi.. sonra ansızın ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor, sokağa fırlıyor... dosdoğru koşuyor, dosdoğru... nereye gittiğini bilmeden... Yoluna ne çıkarsa, insan olsun hayvan olsun, hançerini saplıyor, akan kan onu daha da çıldırtıyor... Ağzı köpürüyor, kudurmuş gibi oluyor... ama koşuyor, koşuyor, koşuyor, ne sağa bakıyor ne sola, acı acı haykırarak, elinde kanlı hançeriyle, korkunç koşusunu sürdürüyor."

"Ben... bir yabancı olan ben... tam iki gündür o saati korkuyla bekliyordum, bir yabancı olan ben o kadının korkularını, dehşetini, alabildiğine coşmuş duygularla yaşıyordum... o ise kalkmış baloya gidiyor, durmadan gülümsüyordu."





10 Mayıs 2011 Salı

Tozkoparan- Thorvald Steen

"Bir Selahaddin Eyyubi Romanı"

Çok övülüp de çok kötü olan kitaplardan biri. Sırf meraktan okuyorum bunları sonra üzülüyorum. Aslında orta yaş bunalımına giren ve şiir/yazı konusunda da kötü olan bir adam, bu durumu biraz yanlış değerlendiriyor. Çok iyi yazarmış da birden tıkanmış gibi uzaklara gidiyor. İlham peşindeyim diye yalan söylediği eşini çocuğunu unutup bir kadınla Şam'a gidiyor. Tabii büyülü bir dünya ile karşılaşıyor her Batılı turist gibi. Sonra güya kendi hikayesi ile Selahaddin Eyyubi'nin hikayesini içe içe anlatıyor.

"Genç adam sonradan efsanevi Selahaddin olarak tanınacaktı. Arap ülkelerindeki bütün Müslümanları bir araya toplayacak, dünya tarihinde kilise liderleri ve piskoposların kendisinden saygı ile söz ettikleri tek sultan olacaktı. Şimdi kollarının altından tutulup kaldırılırken kendi yazgısını düşünüyordu: bütün çaresizliğiyle ne kadar sefil bir insandı. Sık sık böyle düşünmüş olmalıydı."

"Ne olursa olsun, Kahire'deki Fatimi Hanedanı'na açılacak savaşa katılmayacaktı. Bunu yapamazdı. Şam'daki herkesin tek konuştuğu şey Müslüman kardeşlerini nasıl öldürecekleriyken onun Kuran'ı bu kadar çok incelemesinin ne anlamı vardı? Kahire'de de Şam'da da insanlar ellerini Kuran'ın üzerine koyup Allah'a yemin ediyor ve inançlı olduklarını söylüyorlardı. Belki de Şiiler haklıydı. İslam'ın yöneticiliği Muhammed'in soyundan gelenlere bırakılmalıydı, diye düşündü Selahaddin. Muhammed'in bir oğlunun olmaması ne kadar kötüydü. Şiiler Muhammed'in kendisinin ölümünden sonra yerine geçmeleri için yeğenini ve damadını seçtiğini söylüyorlardı. Sünniler nasıl oluyor da bunun doğru olduğundan emin olamıyorlardı? Peki, insanlar bu konuda anlaşmasalar bile neden barış içinde yaşayamıyorlardı?"

"Selahaddin başını kaldırıp ona baktı. Yaşlanmanın en üzücü yanı yaşıtlarının da yaşlanıyor olması, diye düşündü."

"Hristiyanlar bizim onlara ne kadar iyi davrandığımızı her yerde hatırlayacaklar. Şimdi olmasa bile gelecekte böyle olacak."

"İyi bir şiir her bir sinirin, organın, kasın, ve düşüncenin bir parçası olduğu gerçekten güzel bir sevişme sanatından çok farklı bir şey değildir. Allah'ın bize bağışladığı armağanlara ancak böyle teşekkür edilebilir."

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Şah ve Sultan- İskender Pala

Beğenmeyeceğimi bile bile bu kadar vaktimi bu kitaba harcamamın tek sebebi merak. İskender Pala yazdığı için beğenmeyeceğimi biliyordum, fakat okumasam olmazdı. 
İskender Pala, romanı Alevi açılımına zemin hazırlamak için yazdığını söylemiş. Bir aydın sorumluluğu ile hareket etmiş. 


"Nimet hakkına/Şıh devletine/Gaziler kuvvetine/Allah Allaaaaah! Hüü! Hüü!
İşte Kızılbaşlık ruhu bu idi. Savaşmak, ganimet edinmek ve eğlenmek... Bezm ile rezm arasında bir hayat. Savaşılırdı, iyi yaşamak için; iyi yaşanırdı, güçlü savaşabilmek için..." 

"Onu kendi istikbâli için bir küffar kralından daha tehlikeli görüyordu. Gerçi Şah da bir Türk hükümdarıydı. Hatta mezhebi farklı olsa da yine bir Müslüman idi. Gelgelelim emelleri, Şehzade'nin menfaatleriyle çatışıyordu. Bu durumda Şehzade'nin danıştığı hocaların Şah'ın müslümanlığı konusunda şüpheli, fasıklığı konusunda hemfikir olmaları büyük önem arz ediyordu. Nitekim bu kindarlıkta o da Şehzade'den geri kalmıyordu. Her fırsatta aleyhinde iş görüyor, Sultan Bayezit ile danışıklı siyaset yürütüyor, Osmanlı'ya zındık diyor, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki davadan dolayı Sünniliği küfürle suçluyor, Sünni olduğu için de Türk devleti Osmanlı'yı suçlu buluyordu. 
Garip olan oydu ki Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşananlar yaşandığında Türkler Müslüman bile değillermiş. Daha garibi de Şehzade'nin Hz. Ali'ye olan aşırı sevgisi idi. Sünni Şehzade'nin Kızılbaş Şah'a göre düşmanı olması gerekirken Hz. Ali'yi Şah kadar, belki ondan daha fazla sevdiğini çok iyi biliyorum."

"Biz Hüseyin ve Hasan... İki kardeş... Kader defterinde iki düşman... Tıpkı Sultan ile Şah gibi..."

"Onlar ki cihangirliğin bu asırda yetiştirdiği iki düşman idi ve ikisi de er meydanında kılıca da kaleme de fevkalade yüksek bir dirayetle hükmediyorlardı. Hangisi diğerine üstün gelse aferin denilecek, hangisi diğerine mağlup olsa yazıklanılacak haldi." 

"Darusselam lakabıyla anılan Bağdat'a savaşsız girdik. Darusselam "Barış Yurdu" demekti ve burada birbiriyle komşu olan, alışveriş yapan, dostluk gösteren Sünniler ile Kızılbaşlar yıllar yılı barış içinde yaşamışlardı. Ne var ki bizim gelişimizden sonra barış bozuldu ve Tebriz'de olanlar burada yeniden oldu. Şah, savaşın masrafını çıkartmak üzere hane hane bütün Bağdatlılardan vergi alınmasını buyurdu. Elbette yoksul halk bundan çok etkilendi ve Kızılbaş olsun Sünni olsun Şah'a gücendi."

"Aşk, Kamber Can, aşk, tekildir ama sevgi çoğuldur. Aşk, Kamber Can, aşk, bir tek kişiye, sevgi binlece kişi ve ya şeye yönelik olur. Ben Kıble-i Alem Şah Efendimiz'i seviyorum ama ona aşık değilim."

"Şah İsmail halifeleri de bu uygulamaları Anadolu Türkmenlerinin Kızılbaş oluşlarından kaynaklanmış gibi göstermekte pek mahir idiler. Oysa Osmanlı yurdunda halkın neye inandığı yöneticilerin hiçbir vakit umurunda olmamıştı. Ataları daima insanları inancında serbest bırakmış, illa hakimiyet alanlarına giren olursa derhal tepelemişlerdi. Şehzade'ye göre de tebaa Kızılbaş veya Sünni olabilir, ama itaatsiz olamaz, devletin izni olmaksızın tebaalıktan ayrılamaz, pılısını pırtısını toplayıp gidemezdi."

"Şehzade, Şah İsmail'i kontrol ederken hakikatte babasının tahtına göz dikmişti ve bundan kolay vazgeçeceğe de benzemiyordu."

"Peki ama Şah'ın batınî güzelliği herkesi eskisi gibi kendine hayran bırakıyor muydu? Daha birkaç yıl evvel mehdi olduğunu yüzüne karşı haykırarak önünde secdeye kapanan müritlerden ne kadarı bugün mevkî ve makam sahibi olup eski coşkularını, imanlarını ve ihlaslarını yitirmişlerdi?"

"Zannederim Şehzade de hayran kalmıştı. Çünkü onun sarayında böyle bir şeyin olması imkansızdı. Hem kadınlar şiir bilmezdi hem de kadınları yabancıların bulunduğu meclislere almazlardı."

"Birkaç yıl içinde Kızılbaşlara atılan iftiralar akıl almaz boyutlara ulaştı. Bunların hepsi de akla ve mantığa aykırı  hikaye ve rivayetlerdi üstelik. Sonunda Sünni halk hafif meşrep birini tanımlamak için "Kızılbaştır vesselam!" diyecek noktalara vardı."

"Kızılbaş geleneği olarak her yıl aşure mevsiminde teberra merasimleri düzenler, Hüseyin'i susuz bırakanlara lanet okurduk. İyi de Kızılbaşlığın kıblesi Şah ve nökerleri nasıl oluyordu da Bektaşi kardeşlerine aynı zulmü reva görüyorlardı? Bu yüzden Yezid'i lanetleyenler şimdi Yezid dedikleri Sünni Osmanlılardan Hüseyin'in intikamını mı alıyorlardı? Kafam çok karışıktı."

"Acaba hem ruhani ve mistik bir lider hem de acımasız bir hükümdar olan Şah ile devletleşmiş bir yapının efendisi ve pervasız bir yöneticisi olan Sultan Selim arasındaki mücadelenin sonu nereye varacaktı?"

"Neden koynuna girdiğin karılar gibi korkup harp meydanından kaçtığını şimdi anladım. Bu şaraplar erleri karı kılığına sokar elbet!..
Hamiş: Mektubunla birlikte bize bir tas içinde at pisliği göndermişsin. Buna karşılık sana bir kavanoz bal gönderdim. Ne de olsa herkes karşısındakine kendi yediğinden ikram eder." (Sultan Selim'in Şah İsmail'e mektubundan.)

"Artık gerçekleri görme zamanı değil mi ey anasını eşekler s... Selim!" (Şah İsmail'in Sultan Selim' mektubundan.)

"Güzellik bir yemek ise sevgi onun yeterli miktardaki tuzu sayılıyordu."
"Başına döniim Şah-ı Alem, Teke'de Kızılbaş kullarınız sizden imdat bekler." (isQnDr PLa)



6 Mayıs 2011 Cuma

Aylak Adam- Yusuf Atılgan


Aylak Adam'ı keşke daha önce okusaydım da, şimdi ikinci belki üçüncü kez okumuş olsaydım. Hep okusaydım. C. ile tanışsaydım, elimi omzuna koysaydım.

"Belki de aramızdaki değişiklik o gece başladı. Yoksa perdeyi kapamak istediği gece mi? Belki daha önce. Ona T. Capote'nin o küçük hikâyesini verdiğim gün. Okurken nasıl mutluydum! Bu büyük zevki ona ben tattırıyorum diye... '-Nasıldı hikâye?' '-Güzel! Üzümleri getireyim mi? Soğudular mı acaba?' İçimde bir şeyler yıkıldı. İşte buydu."

"Dünyada gereğinden çok kadın vardı."

"Elindekileri karyolanın altına boş bavula koydu. Çevresine bakındı. Yoktu. Oturma odasını da aradı. Orada da yoktu. Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu."


"-Sami son günlerde üzgün, dedi. Ablasına sinir buhranları geliyormuş. 
-Evlensin kurtulur.
-Üniversitede okuyor.
-İyi ya, bıraksın okumayı falan, evlensin. Kızlarda sinir buhranları başladı mı evlendirmeli. Evli kadında başlarsa boşandırmalı. Birebirdir.
-Hani sen genellemelerden iğrenirsin? 
-Genelleme değil ki bu. 'Daraltma' bile denebilir."


"Büyük butlu; oturarak iş tutsun. Sayman olsun. Banka müdürü olsun. Ya okuyamazsa? Gişede bilet satıcısı? Terzi." Bu çocuğa uygun bir iş bulamıyordu. Lapacıydı, aylak olamazdı. Aylak olmak dünyanın en güç işiydi."

"Kötü yazarın yasak bölgesi. Neydi o kaldırıp attığım dünkü kitap! Adam sabah kalkıyor, yüzünü yıkıyor, parkta oturuyor, yemek yiyor, sevgilisiyle dolaşıyor, gecenin bir vakti evine gelip yatıyor. Hiç mi çişi gelmedi. İnanılacak şey değil. Parktayken sıkışmış, gövdesi kalın bir ağaca yanaşmış, kimse geliyor mu diye yanına yöresine bakındıktan sonra ağacın dibine işemiştir."

"Dört gün önce bir sokak levhasında 'İki Öksüzler Sokağı' adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. İspatı burda. (Eliyle defterinin bulunduğu cebi üstüne küt küt vurdu.) Üç gün çalıştım bu işte; dün öğlen bıraktım. Hangi sokağa gitsem ardında hep o bir omuzu düşük adam vardı. Şimdi yine aylakım."

"Orada bilmediği insanlar vardır. "-Rica ederim, çıkarmayın ayakkaplarınızı." Çıkarmazsınız ama çıkarmadınız diye kızdıklarını sanırsınız. Hele hatır sormanın yapmacığı."

"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil, insanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar."

"B.'nin bir yanı Erhan'ın aradığı 'o' olmadığını biliyor, ama zorluyor kendini. "Niye o olmasın? Öyle güzel ki..." Yakınlık hoşlanmayla başlıyordu. Bir ay kadar önce kantinde Dağlarca'nın Ölü şiirini okurken Erhan'ın gözleri sulanmıştı. Belki B.'yi ona yaklaştıran bu olaydı."

"Kadınların neden evlendiklerini anlıyorum: Yalnız kalabilmek için."

"Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının 'Aman ayol, bu ne kötü şans böyle,' sözüne karşılık kim bilir kaç erkek 'Üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır,' diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum?"

"Sonra köşeyi gördü. Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir."

"Herkesin bir işi oluşu tuhaftı."

"O sabah kahveci çayını ona sormadan getirdi. Demek müşteri olmak için altı gün yetiyordu. Yemek yediği lokantalarda garson, "-Ali Bey'in çorbası!" "-Ver Ahmet Bey'in bayıldısını." diye bağırdıkça şaşardı. İnsanları hep aynı yere çeken neydi? Kahveciye kızdı. Onda müşteri olacak surat var mıydı? Bir daha buraya gelmeyecekti."

"O zaman insana dünyada en kötü şey kadın yaratılmakmış gibi gelir.
-En kötüsü güzel burunlu yaratılmaktır."

"İçinde bir kırıklık duydu. Söylemeyecekti. Buraya eskiden bir kere tek başına geldiğini söylese inanacak mıydı? "Ya ben! Dudaklarını benden önce kimsenin öpmediğini söylese inanır mıyım? Yoksa salt güvenemediğimiz için mi böyleyiz?"

"Sokakta el ele yürüyorlardı. Onun elini avcunda götürmenin eski yürek çarpıntısı nerdeydi? Deminki sinemanın perdesi ardındaki evlerde yaşayanların sinema gürültüsüne, Naciye ablanın çocuk şamatasına alıştıkları gibi alışıyor muydu? Gitgide, yakınlıkları yalnız kol kola yürümelerinde, aynı yatakta yatmalarında kalmış karı-kocalara mı kalmışlardı? Dayanamazdı buna."

"Yüzüne baktıkça ona sarılmaktan çekiniyordu. İçini böyle çırılçıplak açan birinin, artık bunları gören insanı sevemeyeceğine sanıyordu."

"Temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: "Onu seviyorum." Buna da inanmadı. "Yalan! Beni sevseydin o günün 23 Temmuz olduğunu bilmezdin."

Benim okuduğum kitabın kapağı bu değildi. Keşke bu olsaydı. 

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Üç Damla Kan- Sadık Hidayet

Sadık Hidayet'in hikâye kitapları arasında en sevdiğim bu diyebilirim.

Üç Damla Kan
Girdap
Daş Âkil
Kırık Ayna
Af Talebi
Lale
Maskeler
Pençe
Nefsini Öldüren Adam
Hülleci
Goceste Doj

"Kuşkusuz Nazi, insanların kedilerden daha zeki olduklarını, bütün lezzetli yiyecekleri, sıcak ve yumuşak yerleri kendileri için icat ettiklerini, kedilerin de onlara katılabilmek için dalkavukluk ve yardakçılık etmeleri gerektiğini düşünüyordu. Sadece horozun kanlı başı pençesine düştüğü zaman Nazi'nin doğal duyguları uyanıp kaynamaya başlıyor ve onu yırtıcı bir hayvana dönüştürüyordu."

"Sen benim için başka birinin mazharıydın. Biliyor musun, kendi varlığımızın dışında başka bir gerçek yoktur. Bu konu aşkta daha iyi anlaşılıyor. Çünkü herkes kendi tasavvur gücü ölçüsünde bir başkasını sever. Bu kendi tasavvur gücünden kaynaklanır. Haz duyar bundan ama gözünün önündeki kadından değil. Onu sevdiğini sanır. O kadın kendi gizli tasavvurumuzdur; gerçekten çok farklı bir mevhumdur."

"İrfan yolunda yürüyen sâlik, malı, mülkü, makamı, kudreti, haşmeti hakir görmelidir. Çünkü en büyük devlet ve lezzet, nefse boyun eğdirmektir."

"Hakir gördüğü bu insanlar mide ve şehvetlerinin düşkünüydü. Şimdi onları kendinden akıllı ve büyük görüyor, onlardan birinin yerinde olmak istiyordu. Kendi kendine düşünüyordu bir yandan: Kim bilir? Belki ondan daha bedbaht olanı da vardı."

"Bütün yaşıtları hayatın tadını çıkarırken birkaç arkadaşıyla birlikte yaz günleri ter dökerek gramer ve sentaks okuduğu gençliği geldi aklına."

"Ne kadındı ama! İtaatkâr, şefkatli; her işime koşardı.
...Bu sırada tesadüfen paralı bir dulun vekili oldum. Kendisi de fena değildi hani. Asılmaya başladım. Onu da nikâhıma almayı aklıma koydum. Hangi allahsız karıma haber yetiştirmişse yetiştirmiş. Allah seni inandırsın, aptal görünen bu kadının o kadar kıskanç olduğunu bilmiyordum. Ne kadar dil döktüm gönlünü almaya çalıştımsa da oralı olmadı."

Diri Gömülen- Sadık Hidayet

Sadık Hidayet'i önce Aylak Köpek ile ardından da Vejetaryenliğin Yararları ile tanımam çok iyi olmadı. Kör Baykuş'u okurken ise yazara mı çevirmene mi hayran olmalıyım bilemedim. Sadık Hidayet'in şöhretini korumak isteyen bir hayranı aracılığı ile bunun yanı sıra Üç Damla Kan ve Hacı Ağa'yı okudum.
Evet, artık rahatlıkla söyleyebilirim: Sadık Hidayet'i seviyorum.

Adından da anlaşılacağı ve Sadık Hidayet'ten bekleneceği üzere kasvetli bir kitap. Ama bu kasveti sevmemek mümkün değil. Tekrar okunacak kitaplar arasında yerini alıyor. Buna rağmen Mehmet Kanar'ın kötü bir çevirmen olduğu konusunda fikrim değişmiş değil.

Kitaptaki Hikâyeler:
Diri Gömülen
Hacı Murad
Fransız Esir
Kambur Davud
Madeleine
Ateşperest
Abacı Hanım
Ölü Yiyenler
Hayat Suyu


"Bu düşünceler, bu duygular yaşamımın bir döneminin sonucu, görüp duyduğum, okuduğum, hissettiğim ya da zihnimde tarttığım fikirlerle dolu hayat tarzının bir neticesidir. Tüm bunlar benim vehimli ve anlamsız varlığımı oluşturmuş."


"Hiç kimse anlayamaz. Hiç kimse anlamayacak. Her taraftan çıkmaza düşen kimseye "Al başını git ve geber" derler. Ancak, ölüm insanı istemediği zaman, ölüm de insana sırt çevirdiği zaman, gelmeyen ve gelmek istemeyen ölüm." 


"Hayır, hiç kimse intihar kararına varmaz. İntihar bazılarında birlikte bulunur. Onların yaradılışında mevcuttur ve onun elinden kaçamazlar. İşte bu alın yazısının hakimiyet gücü vardır. İnsana hükmeder. Fakat aynı zamanda bu, benim. Kendi kaderimi kendim yarattım. Şimdi artık elinden kaçamam, kendimden kaçamam."


"Niçin sigara içiyorum? Arasında sigara olan sol elimin iki parmağını dudağıma götürüyorum. Dumanını havaya üflüyorum. Bu da bir hastalık işte."


"Yolda esnafın çoğu ona hürmetle selam veriyorlar ve "Hacı, selam. Hacı nasılsın? Hacı görüşemiyoruz?" diyorlardı. Hacı'nın kulağı bu laflara doymuştu. Hacı kelimesine özel bir değer veriyordu. "


"Karısını dövüyordu ve karısı da inadına aksilik ediyordu."


"Bir defasında onu marangoz çırağı Köpek Hüseyin'e vermek istedilerse de Köpek Hüseyin onu istemedi. Fakat Abacı Hanım her oturduğu yerde "Bana koca çıktı ama ben istemedim. Pöh, bugünün kocalarının hepsi ayyaş ve kötü. Bir baltaya sap olamazlar. Ben hiçbir zaman kocaya varamayacağım." derdi. 
Görünüşte bu sözlerden dem vuruyordu, ancak içinden Köpek Hüseyin'i sevdiği ve onunla evlenmeyi arzuladığı aşikârdı. Ama beş yaşından beri çirkin olduğunu ve kimsenin onu almayacağını işittiği için ve bu dünyanın nimetlerinden nasipsiz kalacağını bildiğinden, namaz niyaz yoluyla öteki dünyanın malına kavuşmak istiyordu. "


"Çünkü elimde değildi. Hiçbir şeye inancı olmayan ben, elimde olmadan, mavi dumanı yükselen bu külün önünde diz çökerek ona taptım. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ama mırıldanıp dua okumaya da ihtiyacım yoktu. Belki bir dakika geçti geçmedi kendime geldim. Ama Ahuramazda'nın mazharına, eski İran padişahlarının ateşe taptıkları gibi taptım. O dakikada ben ateşperesttim."





Lüzumsuz Adam- Sait Faik Abasıyanık

Kitabın son yirmi sayfasını fotoğraftaki gibi iken okudum. Tamamı kahveyle ıslanmış bir şekilde. Garip, güzel bir kokusu vardı. Kurudu, şimdi dayanılmaz, berbat bir kokusu var.

Kitaptaki hikâyeler:
Lüzumsuz Adam
Ben Ne Yapayım?
Birahanedeki Adam
Mürüvvet
İp Meselesi
Menekşeli Vadi
Bizim Köy Bir Balıkçı Köyüdür
Kaçamak, Papağan, Karabiber
Bacakları Olsaydı
Ayten
Papaz Efendi
Bir Külhanbeyi Hikâyesi
Kameriyeli Mezar
Hayvanca Gülen Adam

Bu hikâyelerden birkaçını çok sevdim. Onları tekrar okumak istiyorum, fakat kitabın kokusu sebebiyle uzun süre açık tutamıyorum.

Bazı hikâyelerde Sait Faik Abasıyanık birilerine bakıyor, tahminlerde bulunuyor. Hikâye gözümüzün önünde yazılıyor. Bunun da keyifli bir yanı var aslında. Okunur yani, güzel.

"Ben bir acayip oldum. Gözüm kimseyi görmüyor, kimsenin kapımı çalmasını istemiyorum. Dünyanın en sevimli insanları olan posta müvezzilerinin bile..."

"-Bonjur madam, derim.
-Bonjur mösyö, der, komentalevu?
Lazım gelen cevabı veririm. O, bu cevapla kanmaz. Bana Fransızca herhalde pek hoş lakırdılar eder. Kimini anlar, kimini anlamam. Ne kadar vıy demek lazımsa der, bu vıy'ların arasına kaymasın diye iki tane de no yerleştiririm. Rahat rahat anlaşırız. Elime Fransızca bir mecmua sıkıştırır. Ben de resimlerine bakar, anlayamadığım kelimeleri bir yere yazar, eve gidip lügata baktıktan sonra da anlar, ertesi sabah gelip de mecmuayı tekrar okuduğum zaman "vay anasını" derim.
Madam:
Ön kapuçina?.. der,
Ben:
-Peki, derim önce.
Sonra Fransızca olsun diye sesa'yı yapıştırırım."

"Bu koca şehir ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişemeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbiri içine giren şehirler yapmışlar? Aklım ermiyor. Böyle birbirini küçük görmeye, boğazlamaya, kandırmaya mı?"

"Sokakta, bir dükkânda, kalabalık bir yerde durup herhangi bir adamın yüzüne bakarak hayatının hiç olmazsa bir kısmını hikâye etmek mümkündür, hulyasına kapıldım."

"Yedi sene evvel bir sabah evden çıktım, dedi. Tam yirmi bir yaşında idim. Bir şubat ayı idi. Ama bizim dere içi bir bahar sabahı gibi ılıktı. Menekşeler kokuyordu. Ben, kucağımda çiçeklerle Beyoğlu'na çıktım. Çiçekpazarı'nda çiçekleri sattım. On dokuz lira aldım. Hiç içki içmemiştim; içtim. Üç sene evvel evlenmiştim, ama boyalı, kokulu kadın hiç koklamamıştım; kokladım. Ondan sonra eve gitmedim."

"Sevgilimin etrafını kalabalık gördüğüm zamanki gibi bir yalnızlığa kapılıyorum."

"Manav Rıza karısını mahallenin zoruyle almıştı. Fatma çok güzeldi ama Rıza, şöylemesine okumuş yazmış bir kız isterdi. Kızın babasının da hiç olmazsa memur olmasını arzu ederdi. Kaynanasının da hiç olmazsa puf böreği pişirmeyi bilmesini isterdi. Doğru!.. Fatma'nın bacakları hele tahta silerken, görülmemiş şeylerdi. Ne sinemalarda ne de Sarhoş Mehtap'ta böylesini görmüştü: Bir bacakla iş bitmez ki... Evet!.. Saçları da güzeldi: Öyle ince ince, öyle sabah ışığı gibi dökülürdü ki... Saçlarla da iş bitmez. Gözlerinin o hiç eksilmeyen mavi suyu, yazın insanın vücuduna sarılan deniz suyu gibi mavi bir su idi, ama ne fayda!.."

"Gitgide birçok şeyler öğrendi ya; önce gülmesini öğrendi. Mahzun, zarif bir gülüş buldu o ağız. Nereden, nasıl getirdiler bu gülüşü de oraya oturttular, bunu öğrenemedim. Kadınlığın, güzelliğin sırrı!"

27 Nisan 2011 Çarşamba

Zaragoza'da Bulunmuş El Yazması- Jan Potocki

Tavsiye üzerine okuduğum kitaplar hep böyle olsa keşke. Hikâye içinde hikâyelerle, neyin gerçek olduğunu karakterlerin de bilmemesiyle eğlencesine eğlence katılıyor kitabın. Kahramanımız Alphonse, bunu biliyoruz. Bundan sonrası biraz karışık ama. Alphonse'un hikâyesini anlattığı insanlar da bize başkalarının hikâyelerini anlatıyor, bazen de kitaplardan okuduklarını aktarıyorlar. Kitap o kadar keyifli ve sürekleyici gidiyor ki sonuna kadar eksik kalan yerleri, aksaklıkları umursamıyorsunuz. Sonuna gelince Murakami için söylediklerim geçerli olacak burada da. Gerçi Jan Potocki'nin hayatı boyunca tam olarak basılmamış bu kitap. Belki adam tamamlayacaktı da ömrü vefâ etmedi. Günahını almayalım şimdi.

Bir de Wikipedia'da gördüğüme göre eşini eğlendirmek için yazmış bu kitabı. Bazı kadınlar çok şanslı.

"Ama okumak için göz gibi somut bir organın varlığının yeterli olduğunu düşünenlerin bu tahminine ancak güleriz biz. Bu gerçekten de bazı günümüz dilleri için yeterli olabilir, ancak İbranicede her harf bir rakam, her sözcük bilge bir bileşim, her cümle, eğer tüm soluklar uygun vurgularla söylenirse, tepeleri aşındırabilecek ve nehirleri kurutabilecek korkunç bir formüldür. Adunai'nin dünyayı söz ile yarattığını, sonra da sözün kendisi olduğunu hepiniz bilirsiniz. Söz havaya ve ruha dokunur, duyular ve ruh üzerinde etkilidir."

"-Soylu süvari, bunun içinde her türlü etten yapılmış bir Olla-podrida bulacaksınız, içinde olmayan yalnızca tek bir tür et vardır. Çünkü bizler inananlardanız yani Müslümanız demek istiyorum.
-Güzel yabancı, diye karşılık verdim, sanırım doğru söylediniz. Kuşkusuz inananlardansınız. O, aşk dinidir. Ama açlığımı gidermeden önce merakımı giderme zahmetine katlanın ve söyleyin, siz kimsiniz?"

"-Soylu süvari, sanırım haklısınız. Eğer bu itirafınızı bana daha kılıcımı çekmeden yapmış olsaydınız, sanırım vuruşmamıza gerek kalmayacaktı. Ancak olayların varmış olduğu bu noktada, siz de kabul edersiniz ki biraz kan gerekiyor.
Bu son söylediklerini haklı bulmuş olmalı ki albay da kılıcını çekti."

"Trivulce kendini beğenmiş, zenginliğin şımarttığı ama yine de duyarlı biriymiş. Pişmanlıklar kurbanlarının öcünü almış ve Trivulce bir şehirden diğerine acınacak bir yaşantı sürdürerek sürüklenip durmuş."

"-Oğlum Alphonse, Trivulce'nin yerinde olsanız korkar mıydınız? diye sordu.
Ona:
-Sevgili babacığım, bana öyle geliyor ki çok korkardım, diye yanıt verdim.
O zaman babam öfkeyle ayağa kalkıp, kılıcına atıldı ve onu bedenime saplamak istedi. Önüne geçtiler ve biraz sakinleştirdiler. Yine de, yeniden yerine oturduğunda bana korkunç bir bakış fırlatarak şöyle dedi:
-Bana layık olmayan oğul, korkaklığın, seni aralarında görmek istediğim Valon muhafızları alayının şerefine neredeyse gölge düşürüyor."

"Annem hapisten çıktığında, komşular ve tüm mahalle tarafından çok iyi karşılandı çünkü İtalya'nın güneyinde ve haydutlar, İspanya'da kaçakçıların oldukları gibi halkın kahramanlarıdır."

"-Onların üçünü de seviyormuş gibiydiniz, dedi Orlandine.
-Bu, hiçbirini sevmediğim anlamına gelir, dedi Thibaud."

"Ancak, bir kadının üstesinden gelemeyeceği bir inat var mıdır?"

10 Nisan 2011 Pazar

Vurun Kahpeye- Halide Edip Adıvar

Millyetçilik, din, aşk, sevgi Kurtuluş Savaşı sonrası nasıl en iyi şekilde bir romanda harmanlanır diye sorulsa, bu kitabı gösteririm. Adıvar, annesi ölmüş, babası kim bilir nerede görev yapan bir Türk subayı olan Aliye'yi kimsenin gitmek istemediği bir kasabaya öğretmen olarak gönderiyor. Bu kısmı pek tanıdık. Taşraya seve seve giden idealist öğretmen. Bundan sonrası benzerlerinden ayrılıyor. Aliye, şu anda da herhangi bir köyde, kasabada hatta kasaba havasından sıyrılamamış şehirlerle yalnız bir kadının yaşayacağı şeyleri yaşıyor. Benzer romanlarda yaralı askerlere bakarken komutana yahut doktora aşık olan meslektaşları gibi değil. 
Sonrasında ise gerek Aliye'nin gerek kasabadakilerin her yaptığı ahlaki değerlere ve dine dokunan normatif ifadelerle anlatılıyor. 

Zayıf olmasına rağmen -en sevdiğim kısım- her göreni kendine aşık eden Aliye'ye elbette hem kasabadakiler hem Kuvayı Milliyeciler hem de düşman askerleri aşık olacaktı. Hikayede çok yer size tanıdık gelebilir, ama emin olun Halide Edip Adıvar çok iyi anlatmış. Bilhassa kadınların, bu kitabı okuyup da yüksek ölçüde milliyetçi hislere kapılmamaları mümkünmüş gibi görünmüyor. Şimdi bile "Allah belanı versin Fettah Efendi!" diyebilirsiniz okurken. 

"Onun şimdiye kadar erkeklere yüz vermemesi filan hep ağızdı. Nmuslu olsa yüzü açık gezer miydi? Namuslu olsa yüzü açık gezer miydi?"

"Bütün güçlü erkeklerin yumuşadıkları zaman etrafa verdikleri sonsuz güven, tespih çeken Ömer Efendi ile sofrayı hazırlayan Gülsüm Halanın kalbine garip bir surette işliyordu."

"Caminin önünde Fettah Efendi kollarını abdest almak için sıvarken, ay ışığında sonsuz, beyaz ve bomboş uzanan meydana baktı. Bulanık ve çapaklı gözleri kan içinde gülüyordu. İhtiyar dudaklarının arasında dökük dişlerinden siyah ve boş ağzı, çirkin bir delik gibi açılıyordu:
-O kahpeye şeriat burada cezasını verecek! Hele sen, yarın sabah erken gel; hangimizin (...) kasabasına debdil gideceğini kararlaştıralım."

"İhtiyar dedenin sesinde yüzyılların getirdiği bu Mevlevi kültürünün ince içliliği, her perdede derece derece yükselen büyük bir sanatın sükun ve sadelik çerçevesinden çıkan bir heyecanı vardı. Aliye, bu kadar derinden duyduğu bir şey hatırlamıyordu."

"Bu dedenin derin yüzü, güzel sesi onu Allah'a yükselten bir aziz vecdiyle sarsmıştı. Halbuki bu güzel caminin duyduğu meydanda daha kaç gün önce başka bir adam, ödevi kutsal bir din adamı, ona cehennem ve azap dakikaları yaşatmıştı. Nasıl olur da bu kadar insanlıkla, bu kadar acıma ve iyilikle dolu bir dinden Hacı Fettah Efendi o kadar kabusa benzeyen bir azap ve işkence çıkarıyordu?"

"Bütün debdebe, şöhret ve servetini Türk kanı ve Türk malı ile elde eden bu kıyıcı Türk düşmanı, sonunda, her şeyini küçük bir Türk kızının ayaklarına atıyordu. Dünya ne garip, ne garip bir şeydi."

"-Nişanlınızı çok sever misiniz?
-.......
Yaver atıldı:
-Türk kızları, böyle lakırdıları konuşmazlar, komutanım. Matmazel utanıyor."

"İhtiyarda öyle bir kuruluk, bütün insanlıkta, hatta dinde sığınacak ve dayanacak yer aramanın boş bir hayal olduğunu gösteren öyle hain ve alaycı bir zulüm vardı ki, Aliye önce ağzını açıp Hacı Fettah Efendinin elçilik ettiği her şeye lanet etmek istedi. Sonra kendi de nasıl olduğunu anlayamayacağı bir fikir zinciriyle mevlit akşamını hatırladı. Hayır, din bu değildi. Bu çirkin ve kaba Hacı Fettah Efendinin elçilik ettiği şey, din değildi. Din, nurlar içinde sonsuz bir rahmetin, şefaatin meydana çıkışıydı. Kundakta ümmeti için şefaat isteyen peygamberin, asi ümmetine sığınak olan büyük Muhammed'in diniydi. Hacı Efendi, din perdesine bürünmüş, dünya yüzünde şeytanın insanları üzmek için gönderdiği bir elçiydi"

"Fakat kendisinin Tosun'a karşı aşkıyla Tosun'un kendisine karşı aşkında çok büyük fark vardı. Tosun, onun için biricik şeydi. Fakat Aliye, Tosun'un hayatını sarsan büyük tutku içinde sadece bir parça, bir zerre idi. Zavallı küçük kız bilmiyordu ki, aynı güçle birbirine bağlı olan büyük aşklari hep masallardadır. Kendi temiz kalbinin taşıdığı, bütün dünyasını dolduran aşk çölünde tek ve yalnızdır. Garip bir önsezi ile kendisinin Tosun'a her şeyi (her şey nedir henüz bilmiyordu) vereceğini, Tosun'un gece geçen gemiler gibi onun sessiz hayatında bir defa ışığını gösterdikten sonra geçeceğini hissediyordu. Bilmiyordu ki:
"Kârban-ı aşk ıssız bir beyabandan geçer."

"O gece rahmet ve şefaatini insanlara vadeden dinin teselli ve iyiliğini çözümlemeksizin anlamıştı. Mevlit okuyan dedenin ruhani yüzü, belli belirsiz ışıklar arasından ona bakıyor gibi geliyor; o insanın zaafını ve çaresizliğini bilen tatlı ve güzel sesin, kulağına, sevgilisi için feda ettiği körpe hayatını kutsadığını hayal ediyordu. Aynı dinin kuvvetli bir mümini olan Hacı Fettah Efendinin tutkuyla, hileyle, kin, öfke ve zulümle dolu çirkin yüzü bir zebani hayali gibi kafasından geçmek istedi; fakat Aliye, onu artık düşünmek istemiyordu."