29 Nisan 2012 Pazar

İçimizdeki Şeytan- Sabahattin Ali

Canımın Sabahattin Ali okumayı çektiği günlerden birinde taslaklarda görünce bunu hemen bahsetmeliyim diye düşündüm. Sabahattin Ali, bence bu kitapta Kürk Mantolu Madonna'dan daha iyi iş çıkarmış. İyi temellendirilmiş karakterleri, gerçekçiliği, iyilikle kötülüğün, her türlü hissin iç içe geçmişliği ile çok başarılı. Aslında şöyle söylemeliyim: Beni oldukça etkiledi.
Edebî açıdan zevk vermesinin yanı sıra yaptığı eleştirilerle de iyi noktalara parmak bastığını düşünüyorum. Onun eleştirilmesine sebep de bu olmuş kitaptan sonra. Nihal Atsız, Peyami Safa ve Necip Fazıl Kısakürek'i eleştirdiği düşüncesiyle hakkında bazı şeyler yazılmış. Kitap eleştirisi ile sınırlı kalanlar olmasında bir sakınca olmayanlar. Fakat Nihal Atsız gibi gözü dönenlerin yazılarını okumak daha ilginç. Kitabı eleştirdiği kısımlarda bile aynı kitabı okumadığımızı düşündürdü bana. Mesela, Macide'nin yaşadıklarını, hissettiklerini bir kenara bırakıp Ömer'le birlikte olmasını, daha sonra Ömer'in içinde bulunduğu durumun etkisiyle kendini Bedri ile güvende hissetmesini "hafif kadın" olmak gibi görmesi; Sabahattin Ali'nin kendisinde bulunan, ya da bulunmasını istediği vasıfları, düşüncelerini, romanın kahramanı Ömer ile dile getirmesini sert bir dille eleştirmesi mantıksızlığının küçük bir kısmı olsa gerek aslında. Nihal Atsız'ın yazdıklarına buradan bakabilirsiniz. Ben yine de bir kısmını kopyalamak istiyorum üşenenler için.

"Sabahattin Ali bu memlekette ırkçı,Turancı ve Anadolucu olan milliyetperverleri hep satılmış insanlar olmakla itham etmek istiyor ve romanını yazarken de bugün aramızda yaşayan bazı kimseleri, tabii biraz değiştirerek, romanına sokup onları küçültmek istiyor. Böylelikle de kendisini küçük gören insanlardan gizili bir öç almak diliyor. Ben de ırkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Evet, övünerek söylüyorum ve tekrar ediyorum: Irkçı, Türkçü ve Turancı olduğum için – Sabahattin Ali’nin itiraflarına cevap vermek lüzumunu duyuyorum."

"Fakat Sabahattin Ali bu romanı ile şunu veya bunu değil; milliyetçiliği, ırkçılığı, Türkçülüğü baltalamak istemiş, bu romana hem kendisini, hem de tanıdığı, selamlaştığı insanlardan bazı milliyetperverleri sokarak tahte’ş-şuurundaki bir kinin öcünü almak istemiştir. Bu kin, Kirye Sabahattinaki’yi kendi ırkının yurdundan ve devletinden mahrum eden Türk ırkına karşı duyduğu kindir"

"Fakat bizim Sabahattin Ali romandaki Ömer’i bütün ahlaksızlığına , salaklığına rağmen “dudakları çok güzel bir erkek “ olarak gösteriyor."

"Bu kitapta çingeneler bile ülküleştirilirken (nedense Sabahattin çingeneleri pek sever) Türkler, yani kanı Türk olan bizler, yani bu vatanın kurucuları, sahipleri ve müdafileri olan insanlar hep kötü olarak gösterilir."

"Kirye Sabahattinaki!.. Yahut fikirlerine ve irfanına göre Yoldaş Sabahattin Aliyef!.. Sen, kanı bozuk Oflu Rum dönmesi ve marksın fikri veledi!.. Türk olmamanın, yüksek tahsilli olmamanın verdiği kıskançlıkla yanıp kavrularak kendinden üstün gördüğün herkese saldırıyor ve yetişemediğin her salkıma tilki gibi “olmamış” diyip geçiyorsun. Senin tahte’ş-şuurundaki bütün kinler pek iyi anlaşılıyor. Türk olmadığını bildiğin halde Türk yaşamağa mecbur olmanın verdiği ruhi kargaşalık içindesin. Sen de her Türk olmamanın, tahsili yarıda kalmış her muhteris insanın yaptığı gibi hırsını doyuracak tek yola sapıyorsun. Bu yol, Türklüğün kutlu nesi varsa hepsini inkar ederek, hepsine söverek kendini aldatmayı temin eden komünistlik yoludur. Romanında insanlar arasındaki karanlık münasebetlerden ne diye bahsediyorsun? Sen o karanlık münasebetlerin şahıslanmış örneğisin."

Nihal Atsız'dan gereğinden fazla bahsetmiş oldum. Bunlar da İçimizdeki Şeytan'dan:

"Hayat beni sıkıyor, dedi. Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler, arkadaşlar… Hele kızlar… Hepsi beni sıkıyor. Hem de kusturacak kadar. 
Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti.
Hiçbir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki… Yoksa hiçbir şey yapmamalı." 

"Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşined, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak koşarlar. Aklını başına toplayıp bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapmazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi."

"Şeytan nereye çağırırsa oraya. Bu dünyada başka türlü olmak neye yarar?"

"Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu. İçimizdeki şeytan yok. İçimizde acz var, tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: Hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var."


Huzur Defteri-Fatih Çıtlak

Karagümrük Cerrahi Âsitanesi'ni ziyaret etmeye karar verdim bu kitabı okuduktan sonra. Ziyareti başka zamana ertelesem de taslaklardan ilk bu çıkmalı diye düşündüm. Fatih Çıtlak, Safer Dal'ın sohbetlerinde tuttuğu notları kitap haline getirmiş. Büyük bir kısmı anılardan, aktarılanlardan oluşuyor, fakat yine de edebî eser gözüyle değerlendirmemek lâzım diye düşünüyorum.
Kitaptan çok fazla alıntı yapmaya gerek duymadım. Böyle şeylerle ilgileniyorsanız okuyun bence.

"Hazret-i Âdem'den günümüzee gelinceye kadar inşâallah ve kıyamet gününe kadar yüzlerce velî, şeyh, pîr ve mürşid gelmiştir ve gelecektir. Muhakkak ki kendi aralarında fazilet olarak birbirlerine üstünlükleri vardır. Lâkin tâlip olana bu meslek yani sırat-ı müstakim üzere tevhid-i tedrisatı aynı şekilde devam etmektedir ve edecektir. Bazı bu sahayı bilmeyen kişilerin çocuk gibi kavga etmeleri "Senin yolun benimkinden küçüktür, benim şeyhim seninkinden büyüktür." gibi laf etmeleri aslında kendi şeyhlerinden feyiz alamadıklarının ve yolun hakkını vermeme gafletinin bir emaresidir. Kendi nakıslıklarını, mensup olduklarını zannettikleri yolun övülmesiyle bertaraf edeceklerini zannederler ve yol büyüklerinin asla istemedikleri bir ruh haline bürünürler. Fahreddin Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi şaşı olmamak lazımdır. Hak yoluna hak ve hakikatle davet eden herkes başımızın tacı kabul edilmelidir. Lâkin insanların farklı farklı mizaçları vardır. Bu farklı mizaçlar kendilerine uygun meşreplerden feyz alırlar. Tasavvuf mektepleri olan tariklerin çok olması insan mizaçlarının da çok olmasındandır."

"Malum, makam-ı kutbiyyeti ikiye ayırırlar: kutb-ı irşad ve kutb-ı medar. Kutb-ı irşad; manevi meseleler üzerinde âlemin kutbu olan zâta denir. Kutb-ı medar ise kevni hadiseler üzerine makam-ı kutbiyyette olan zattır. Bu iki kutbun tâbi olduğu imama ise gavs denir. Üçler diye bilinen bu zatlara yardımcı olarak yediler, kırklar ilave olur ki bu zâtlar manevi hükümetin mutasarrıfları addedilir. İki kutbiyyet makamını yani kutb-ı irşad ve kutb-ı medar makamlarını tek başına bir zât ikame ederse ona da gavs-ı azam derler."