Kitabın kime ait olduğunu başlıkta yazmamamın bir sebebi var. Kitabın üstünde yazan isimler Rojin Canan Akın ve Funda Danışman, fakat kitap fikrinin kime ait olduğu biraz karışık. Hamza Aktan, bu çalışmaya kendisinin başladığını ve çeşitli sebeplerde ara verdiği dönemde söyleşi yaptığı gençlerden birinin (Rojin Canan Akın) adına kendi fikrinin kopyalandığı bir kitap olduğunu görüyor. Davaya zarar vermesin diye susmasına karşılık işlerin beklediği gibi gitmemesi üzerine bu konuda konuşuyor. Metis de bu konuda elbette kendisine cevap veriyor.
Röportajları kimin yaptığından bağımsız olarak içerik, belki başkalarının acılarını anlamak için bir adım olabilir. Elbette anlatıcıların hepsinin bahsettiği her şeyin doğruluğundan emin olamayız. Yine de bunları yalan çıkarmayı amaç edinirken dayanak noktaları biraz daha sağlam olmalı. 'Bütün bunlar yalan, çünkü biz öyle bir şey yapmayız' ya da 'hak etmişlerdir' gibi kendini çürüten argümanlar komik olmaktan öteye gidemiyor.
Kitapta bir evin farklı cephelerden çekilmiş birkaç fotoğrafı kullanılıyor. Funda Danışman'ın Şırnak'ta çektiği fotoğraflarmış. Bütün duvarlarının kurşunlarla delik deşik edildiği bu evin nasıl o hâle geldiği, kim tarafından o hâle getirildiği de -mümkünse- kaynak da gösterilerek belirtilseymiş keşke. Bu haliyle kendimi, Haiti depreminde çekilmiş fotoğraflarla Arakan katliamının anlatıldığı gazete haberine bakıyor gibi hissediyorum.
Aşiretçilik olsa da ağalık
sistemi eskisi gibi yok. Büyük toprak sahipleri yok ve genellikle büyüklerin
sözleri dinleniyor. O anlamda kan davaları ya da başka sorunlar adli mercilere
başvurulmadan önce, büyükler tarafından çözülürdü. Hakkaniyete uygun bir şekilde
daha çok imamlar ve aşiretin önde gelenlerinin öncülüğünde kısmen İslami
yasalar kısmen de kendi geleneksel hukuklarından yararlanarak bu sorunları
çözerlerdi.
Okulunu bitirdikleri halde okuma
yazmayı sökemeyen insanlar vardı. Bu onların gerizekalı olmalarından kaynaklı
değildi. Öğretmenlerin söylediklerini anlamıyorlardı. Kendi sınıfımın
birincisiydim, ama sosyal bilgilerde ve Türkçe derslerinde beş yıl okuduktan
sonra bile Batı’da okuyan ikinci sınıf öğrencisi kadar bilgili değildim.
Bu noktada bir anekdot anlatayım:
Bir gün müfettiş gelmişti, matematikle ilgili sorular soruyordu. Ben dördüncü sınıfta
olduğum halde hemen hemen bütün sorulara el kaldırıyordum, bütün soruları
çözebiliyordum. Sosyal bilgilerden soru sormaya başladı. Kim kalkmak ister,
deyince sınıftan hiç kimse parmak kaldırmadı. Sonra, sen çalışkan bir
öğrencisin, diye beni kaldırdı. Sorusu: Türkiye’nin başkenti neresidir? Ben
soruyu anlamıyordum. Kendi kendime Kürtçe düşündüm ve “baş” dedikleri şey
sanırım iyi biri olacak diye düşünerek [baş, Kürtçe’de iyi anlamına geliyor], “Atatürk!”
cevabını verdim.
Devlete kırgınlığım var. Bugün
Kürtçe şiir yazamıyorum, bazen yazmaya çalışıyorum, ama onlar da davalık
oluyor. Mesela sizlere Kürtçe konuşamıyorum.
Fakat bakın çok önemli bir
bölgede olan, bir dönemler dünyanın en büyük devlerini kuran Türklerin şimdiki
ekonomisi Afrika ülkeleriyle eşdeğer. Burada zulme uğrayan varsa zulmeden de
vardır. Zulmeden Türk halkı değildir, devletin üstündekiler ve sistemi
yönetenlerdir. Ama Türk halkı ve aydının sesi çıkmıyorsa, onların da suçu
vardır.
Öyle olmuştu ki artık canımızdan
bezmiştik. Artık bizi öldürsünler de bu hayattan kurtulalım diyorduk.
Biz kadınlar iki defa köleyiz.
Bir, erkeklerin kölesiyiz; iki, devletin kölesiyiz. Ben görüyorum, bu
memlekette kadınların hiç hakkı yok. Yok efendim, bir kadın kayınpederinin
yanında konuşamaz, yok onu yapamaz, yok bunu yapamaz. Yok kadınsan kadınlığını bil.
Burası çok geride kalmış bir yer. Ben de kadınım, ben de insanım.
Bana çocukluğum sorulduğunda
aklıma açlık, rezillik, sefalet, perişanlık, bombalar, savaş uçakları geliyor.
Barış istiyorum. Annemi babamı
giymek istiyorum. Kardeşlerimi görmek istiyorum. Benim de hakkım. Benim gibi
binlerce kadın var böyle. Barış olursa kardeşlerimi, annemi babamı görürüm,
onlara kavuşurum. Bundan daha insani ne olabilir ki?
Şöyle bir örnek vereyim, çok iyi
hatırlıyorum. Affedersiniz, ilkokul ikinci veya üçüncü sınıftaki arkadaşlarım,
öğretmenim tuvalete gidebilir miyim, diyemiyorlardı. Sınıfın içinde altına
kaçırıyorlardı.
Ben affederim. Eğer gerçekten barış
açısından bir katkı olacaksa, bir adım olacaksa neden olmasın? Yani gidenle
gidilmez. Gittiyse tamam. Yeter ki bu kan dursun. Bu ölümler olmasın.
Öz ablam eşinin eli değdiğinde
hala irkiliyor. Üç çocuğu var, ama hala kendini o adama ait hissetmiyor.
İlk kez fındığa gittiğimizde
Mardin dışına çıkmıştım. Altmış ve ya yetmiş iki kişiyi kamyonlara bindirip
götürüyorlardı. Berbat bir şeydi, ama onun farkında değilsin. Sanıyorsun ki
hayat odur. Çünkü hayat başka bir şey yaşatmamış. Şartlar sana başka bir şey
yaşatmamış, hayatın o olduğunu sanıyorsun. Ama oraya gittiğimizde insanların
daha güzel, daha rahat yaşadığını gördük. Orada erkekle kadın arasındaki
diyaloğu da ilk defa gördüm. Karıkocanın arasındaki diyaloğu ben ilk defa orada
gördüm. Birbiriyle konuşup dokunabildiklerini orada gördüm. Ellerini
birbirlerinin omuzlarına attıklarında ben şaşkınlıkla karşılıyordum. Ben öyle
bir şey görmemiştim. Kadın ve erkek her zaman birbirinden uzaktı. Sofra bile
önce adamlar yemek yer, sonra onlar başka yere geçer, sonra kadın oturup yerdi.
Hayattan çok kopuk bir şekilde yaşadığımız için bilmiyordum. 1995’e kadar bir
kadınla erkeğin el ele gezdiğini görmemiştik.
Yapacak bir şey kalmayınca paşa
paşa evlendim. Düğün falan yapılmadı. Ben de artık bir şey demedim. Her şeyi
kendileri beğenip alıyorlardı. Teyp çalıp oynuyorlardı. Gidip teybi kapatıp
gidin evinize, dedim. Odaya geçtim. O da yanıma geldi ve beni teselli etmeye
çalıştı.