Bu kadar ara verdikten sonra manidar bir zamanlama ile karşınızdayım. Bir e-posta ile düştüğüm gaflet çukurundan çıktım. Buradaki taslaklar, bilgisayarımda yazılmış alıntılar, notlar, hep benim okula döneceğime dair planlara göre hazırlanmıştı. Bu kez kararlıydım, çalışkan bir öğrenci olacaktım, ama düzenli olarak okumaya ve kitaplardan bahsetmeye devam edecektim. Bu beni mutlu edeceği için yapacaktım. Okula dönemeyince bütün bunlara gerek olmadığını düşündüm sanırım. Mutlu olmaya, planladığım diğer şeyleri yapmaya, taslaklarıma göz atmaya.
O sırada çok yoğun işler imdadıma yetişti. Yaptığım iş sebebiyle yoğunlukla gelen duygusallık iş dışında da vaktimi almaya başladı. Kitaplara başlıyor, bırakıyordum. Elimde yarısını, çeyreğini okuduğum bir sürü kitap vardı. Bir e-posta ile bunlardan sıyrıldım, ama teknik imkansızlıklar sebebiyle ancak yazabiliyorum.
Manidar bir zamanlama olması da bahsedeceğim kitapla ilgili. Nahid Sırrı Örik'le bir buçuk yıl önce tanıştım. Bir arkadaşımın kitaplığında ne kadar kitabı varsa topladım. Kıskanmak'ı bulamamıştı, onu hâlâ okumadım. Bunca zaman Nahid Sırrı'yı çok etkilensem de kendime saklayışımın sebebi bütün kitaplarını bitirip bir Nahid Sırrı haritası çıkarma isteğimdi. Onunla ilgili yazdıklarımı bir yerlere gönderme planları bile yapıyordum. Herkese Nahid Sırrı Örik'ten bahsetmeliydim. Olmadı. Sanırım artık hiçbir şeyi çok istemiyorum. İstesem de yapamayacağımı düşünüyorum. O zaman herhangi bir kitabıyla başlayayım diye düşünürken televizyonda başlayacak bir dizinin reklamına denk geldim. Evet, bunu da dizi yapıyorlar. Küçük Hanımefendi ile ilgili yazıdan sonra insanların senaryodan parçaları gelip aramaları üzerine bununla ilgili bir yazı iyi olur diye düşündüm. Ne kadar kötü yapacaklar görelim.
Sonunu merak edip gelenler olacak. Ondan bahsetmemek en iyisi sanırım. Şimdilik ne kadar sevdiğimi söyleyeyeyim, yeter. Son alıntı, Eve Düşen Yıldırım ile birlikte kitaplaşan masal/hikayeden. Kitapla ve Nahid Sırrı Örik ile ilgili buradan sonra yazılanlar Kayahan Özgül'e ait. Devam etmek zorun kalayım diye yazıyı şimdi gönderiyorum, eklemeler sonra gelecek. Nahid Sırrı Örik ile ilgili benim yazacaklarım ise daha sonraki yazılarda bu blogda olacak.
Eve DüşenYıldırım, okduğu hikayede girift ve heyecanlı olaylar arayan okuyucu için hiç çekici değildir. Nahid Sırrı’nın o kendine has incelikler taşıyan anlatımıyle çizdiği figürler ve özel dikkat gerektiren teferruatlarla bezeli, ağır gelişen olay örgüsü de devrin genel okur tipine sıcak gelmez.
Nahid Sırrı’nın bahtsız bir yazar oluşundan bunca söz edilişi tesadüf değil. Bu bahtsızlığın büyük bir kısmı da eser neşrinde daha doğru neşredemeyişinde görülür. Nahid Sırrı’nın adı ilan edilip basılamayan eserlerinin sayısı bile on beşi bulur.
İmaların, mimiklerin, söylenmeyenlerin söylediklerinden, teferruattan hoşlananlara Nahid Sırrı’nın eserlerinin vereceği çok şeyler var.
Gerçi Namık çapkın bir adam değildi, ciddi ve vicdanlı bir erkekti. Fakat her gün göreceği çok güzel bir kızın cazibesi karşısında metanetini muhafaza etse bile, kızı için için sevmeyeceği, hiç olmazsa ikisi arasında bir mukayese yapa yapa karısından soğumayacağı ne malumdu? Sonra da, ilk önce galiba on yedisinde babasının evinden kaçan, hayatı her türlü serserilikle geçen ve ahir ömründe hastane köşelerinde can vermeye hazırlanan bu Hüsnü Efendi kimbilir nerede, ne çeşit bir kadınla evlenmiş, kızını nasıl terbiye etmiş, kimbilir hangi muhitlerde büyütüp yetiştirmişti? Bu genç kız babasının iddia ettiği kadar güzel olmasa bile, kimbilir kaç çeşit bir şeydi?
Gittikçe suyu çekilen dere kendilerine bir mırıltı bile göndermiyor, ağaçlarda yaprak kımıldamıyordu. Önlerinden geçen yol da bomboştu. Eşeğine binmiş Ankara’ya giden veya Ankara’dan dönen tek köylü geçmiyordu. Mutlak sessizliği ihlal eden yegâne şey, yaz şarkısını terennüm eden böceklerin vızıltıları idi.
Kim bilir, belki bu seslerde teselliye muhtaç bir şey de mevcuttu. Çünkü insan kalbinde çok gizli, çok kirli, çok korkunç köşeler bulunur.
Sokaktan dalgın geçerken ses duyup duran ve artık bir türlü uzaklaşamayan güzel delikanlı Hindistan diyarındaki tüccarlardan en zenginlerinden birinin biricik oğlu idi. Bu tüccar, efsanevi zenginliğiyle meşhur-ı âlemdi ve gerek kendisi gerek zevcesi, evlatlarının mürüvvetini senelerden beri görmek isteyerek, ona sayısız cariyeler hediye etmişlerdi. Bu cariyelerin hepsi birbirinden güzeldiler ve içlerinde koyu karanfil dudaklı, gece gözlü Hint kızları, zambak tenli ve altın saçlı Gürcü kızları, çok iti menekşe gözlü ve kendilerini sun’i bir mahlûk zannettirecek kadar ince belli Çerkes kızları vardı. Lakin her nedense genç adam içlerinden hiçbirini beğenmemişti ve babası nesli inkıraz bulursa servetinin kimlere kalacağı düşüncesiyle her gün onu tazyıka başlamıştı. İşte bunun üzerine, delikanlı ancak gönlünün seveceğiyle izdivaç edebileceğini kat’i bir lisanla söylemiş, gönlünün seveceğine tesadüf etmek için de tebdil-i kıyafetle ve lalasıyla beraber dünyayı dolaşmağa çıkmıştı. İran’la Irak’tan hemen hiçbir yerde durmadan geçti. Zaten babası Türk’tü ve Hindistan’a Anadolu’dan hicret etmiş ve aslını hiç unutmayarak oğlunu Türk terbiyesiyle büyütmüştü. İsmi Oğuz olan delikanlının gözleri Hint gençleri gibi siyah ve sıcak, lakin teni Hindistan’ın bilmediği kadar beyaz ve berraktı.